“Sen gibi, babam gibi,” diyerek. Kim bilir, belki iki-üç gün bile sürebildi Yunus’un ondan ayrılığı! Ancak böyle olmadı.
Devrisi sabah motora yol vermeden hemen önce, iskelede sessiz bir karaltı gördü Yunus. Tarçın’ın on üç yaşına uymayan dirliksiz bedenini hemen tanıdı. Ayazın keskin vakti, kumsalın incelip denize değdiği yerde öylece duruyordu. Duruşunda insanı korkutan bir şeyler sezdi Yunus! “Yine inci balıkları olmasın?” Yanaşınca üstünün başının sırılsıklam olduğunu, iki çenesinin birbirine çarptığını gördü ve alaca aydınlıkta zor seçilen gözlerinde birkaç damla yaş… Ölecekmiş gibi korktu Yunus.
“Gece yarısı yalnızlıktan bunalmış Aylan. ‘Denize atlayayım!’ demiş, ‘kaçıp gideyim buralardan!’”
“Sırılsıklam olmuşsun kız! Titriyorsun sen!”
“‘Belki bana benzer birini bulurum,’ demiş!”
“Hasta olacaksın! Gel de seni eve götüreyim. Gözlerin çakmak çakmak olmuş!”
“… Aramazlar mı? Kayalığa, kıyıya bakmışlar. Ama, ah, bulamamışlar onu Yunus! Bulamamışlar!”
Yunus! Her yerden duyulan ad buydu işte. İskeleden, kıyıdan hep Yunus’u çağırıyorlardı. Bu sesleri duyunca akıl etti de an geçirmeden yumdu gözlerini. Çünkü Tarçın’ın yüzü akıl alır gibi değil! Akıl bu yüzü bir kez alsa içine… Bir daha çıkarıp atması ne mümkün!
“Ben o yeri biliyorum! Götür beni oraya!”
“Kız sen dellendin mi? Nasıl götüreyim seni? Benim kendi kayığım mı var? Hem nasıl geleceksin? Anan baban deli olur!”
Söyledi, anlattı, kızdı, küstü ama… İkna edemedi Yunus. Sonunda kendininkilere değil, onun düşlerine uydu. “Biliyorum!” diyordu Tarçın. (Ve ah! Ne de güzel diyordu!) An geçmedi onun gözündeki yeşile uydu. Alaca aydınlıkta Halil Amca’nın kayığına atladılar, hızla, Tarçın’ın “şu yana, şu yana” diye uzattığı parmağının ucundaki kayalara doğru açıldılar. Öyle ki güneş yükselirken Yunus artık nerede olduklarını bilmiyordu. Halil Amca’nın motorlu kayığında mazot tükenebilirdi, yağ tükenebilirdi, her şey olabilirdi, ama Tarçın’ın parmağının ucunda bir kaya parçası bile yoktu henüz. Öğleye kadar tek söz etmediler. Yunus bile isteye açılmıştı bu kadar. Aklının gözlerini bile isteye yummuştu: Tarçın buralarda hiçbir şey olmadığını görsün istiyordu; artık karamuklarda uyumasın, uyanınca “fırtına bulutuyla gezmelere çıktım” demesin, görsün avuçlarındaki yaraları da, artık delicelerle konuşmasın! Narlarla konuşmasın… Yunus onu her vakit dinlemiyor mu? Görsün Tarçın! Karamuklara, delicelere gitmesin: Yunus’a gelsin! Yunus’a! Bu yüzden yol veriyordu kayığa: Biliyordu; oralarda bir şey yoktu, zaten hiçbir vakit olmamıştı ki!
Öğleye doğru, motoru durdurup biraz dinlendiler, Yunus bir parça ekmek yedi; Tarçın ellemedi, Aylan’dan bahsetmek istedi. Yunus, Zeytin’in hikâyelerinin başına açacağı işleri bilmiyordu. Nitekim, ataların sözleri hiç yalan çıkmaz. İşte Zeytin’in savurduğu tekinsiz hikâyelerin sandalın içinde kıpırdayıp uyanışı böyle oldu.
Önce güçlü, gürbüz kollar duyuldu. Belli ki, toprağı ve nemli yamaçları arıyorlardı. Çünkü ahşap gövdeyi boydan boya dolanıp teknedeki avare rüzgâra zeytin kokuları, lavantalar asarak bildirdiler varlıklarını: Buradaydılar! Yunus dalgaların tekneyi yiyen sessiz şıpırtısını ve havaya asılı kalan kokuları çok geç fark etti ve birden içi yay gibi gerildi. Can kulağıyla Tarçın’ı dinliyordu ama, sessiz kökler derinlere uzayıp tekneyi delecek diye de ödü kopuyordu. Seziyordu ki bunlar sandalı ele geçirmediyse, sadece Tarçın’ın sözünü kesmemek içindi. Aylan’ın bir başınalığını anlatan öykünün sonu bir türlü gelmiyordu: Kimse yanına sokmuyordu onu, söylediği hikâyeleri dinlemiyordu… Belki bir tek zeytinler… Yunus, hep aynı yerinde dikilip duran bir ağacın dalgalar dalgalar boyu uzakta bir kayalıkta yaşayan cüceler hakkında bu kadar şeyi bilmesiyle eğlenmek istiyor ama…
“Zeytinler her şeyi bilir!” diyor Tarçın. Öfkeleniyor Yunus, içine bozguncu bir rüzgâr yürüyor. (Aslında Yunus, [deliliğin dünyayı sardığından habersiz] Tarçın’ı kendinden alan Zeytin’e, giderek koyulaşan bir kin besliyor. Öyle ki bugün, bu vakitte, aransa, zeytin ağaçlarına bu kadar kırgın bir çocuk daha bulunmaz.) Tarçın kesik kesik konuşuyor, zeytin kokusuyla kamaşıyor hava. Yunus yol veriyor tekneye, dalgalar hışırdıyor, birçok rüzgâr esiyor ama inadına zeytin kokuyor tekne. Deniz, rüzgâr, hikâyeler… Zeytin kokuyor!
Öğle güneşi vurmaya başladığında, tenteyi çektiler. Motorun pat patları peşlerinden geliyordu fakat zeytin kokusu ve gündüzün gün ortası için icat edilmiş karabasanlar epey azalmıştı. Sınıra çok yaklaşmışlardı. Dudağına bir ıslık kondurmayı düşünen Yunus, az sonra geri döneceklerini umuyordu, hatta “dönelim” demeye hazırlanıyordu ki Tarçın’ın kirpiğinin ucunda bir karaltı belirdi; bir büyük kayalık.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.