Bir ayakkabı tamircisiyle yirmi dört saat açık olan bir içki dükkânının arasına sıkışmıştı, eski püskü, basit binaların arasında tek aydınlık yüzlü cephe onunkiydi. Açılalı çok olmamıştır, diye düşündüm, ancak yeni görünümüne ve vitrinin akıllıca tasarlanmış olmasına karşın (New York’un siluetini akla getirecek biçimde kule gibi üst üste konulmuş tükenmez kalemler, kurşunkalemler ve cetveller) Kâğıt Sarayı, ilginç şeyler içerecek kadar büyük durmuyordu. Karşı kaldırıma geçip dükkâna girmeye karar verdiysem bunun nedeni –kendim bilmesem de, içimde biriken dürtünün farkında olmasam da– içten içe yeniden çalışmaya başlamayı arzulamamdı. Mayısta hastaneden eve dönüşümden bu yana tek satır yazmamıştım, yazmak için en ufak bir heves de duymamıştım. Şimdi, dört aylık bir kayıtsızlık ve sessizlik döneminin ardından aklıma yeniden malzeme stoku edinmek geldi: yeni kurşunkalemler ve tükenmezler, yeni bir not defteri, yeni mürekkep kartuşları ve silgiler, yeni bloknotlar ve klasörler, yeni her şey.
Dükkânın ön tarafındaki kasanın arkasında bir Çinli oturuyordu. Benden daha genç duruyordu, dükkâna girerken vitrinden içeri baktığımda adamın bir bloknotun üzerine eğilmiş olduğunu gördüm, elindeki karakalemle sütun sütun rakamlar yazıyordu. O gün hava çok serin olmasına rağmen adamın üzerinde kısa kollu bir gömlek vardı; şu incecik, bol kesimli, yakası açık duran yazlık şeylerden; gömlek, onun esmer kollarının sıskalığını iyice ortaya çıkarıyordu. Kapıyı açarken bir çıngırtı duyuldu, adam başını kaldırıp beni başıyla nazikçe selamladı. Ben de ona selam verdim ama bir şey söylememe fırsat kalmadan adam başını yeniden önüne eğdi, hesaplarına döndü.
Ya tam o sırada dışarıdaki Court Sokağı’nda trafik durdu ya da dükkânın dökme vitrin camı olağanüstü kalındı, çünkü içerde neler satıldığını görmek için rafların arasındaki ilk koridordan yürürken dükkânın içinin ne kadar sessiz olduğu dikkatimi çekti. Günün ilk müşterisi bendim, dükkânın içindeki sessizlik öylesine belirgindi ki arkamda kalan adamın kaleminin cızırtısını duyabiliyordum. O sabahı ne zaman düşünsem, aklıma ilk gelen, o kalemin cızırtısı olur. Anlatmak üzere olduğum hikâyenin bir anlamı varsa eğer, her şeyin o anda başladığına inanıyorum, dünyada o kurşunkalemin sesinden başka ses kalmadığı o birkaç saniye içinde.
Koridorun sonuna kadar yürüdüm, iki-üç adımda bir durup raflardaki malzemeyi inceliyordum. Çoğunun bildik büro ve okul malzemesi olduğu çıktı ortaya, ama böylesine ıkış-tıkış dolu bir yer için çeşitler eksiksiz sayılırdı; böyle bol çeşidi stoklayıp düzenlemek için gösterilen özen beni etkiledi; görünüşe bakılırsa her şey vardı burada, altı değişik boyda pirinç ataştan tam on iki değişik modelde kâğıt klipsine kadar. Köşeyi dönüp öteki koridordan ön tarafa doğru yürümeye başladığımda raflardan birinin nitelikli ithal mallara ayrılmış olduğunu gördüm: İtalya’dan deri ciltli bloknotlar, Fransa’dan adres defterleri, Japonya’dan pirinç kâğıdından zarif dosyalar. Almanya’dan ve Portekiz’den gelme bir öbek not defteri de vardı. Portekiz malı olanlar özellikle ilgimi çekti, ciltli kapakları, kareli sayfaları, leke tutmayan sağlam kâğıttan oluşan dikişli formalarıyla daha ilkini elime aldığım anda bu defterlerden bir tane satın alacağımı biliyordum. Defter öyle gösterişli ya da dikkat çekici filan değildi. Kullanışlı bir maldı: ağırbaşlı, basit, işe yarar. Hediye verilecek türden değildi. Ama ciltli oluşu hoşuma gitmişti, biçimi de: yirmi üç buçuk santime on sekiz buçuk; çoğu defterden biraz daha kısa ve biraz daha enliydi. Nedenini soracak olsanız bilemem ama defterin boyutları bana çok tatmin edici geldi, onu elime ilk aldığımda fiziksel zevke benzer bir şey hissettim, nedense birden çok rahatlamıştım. Rafta yalnızca dört defter kalmıştı, her biri farklı renkteydi: siyah, kırmızı, kahverengi ve mavi. Maviyi seçtim, zaten en üstte o duruyordu.
İhtiyacım olan şeyleri bulmam beş dakikamı aldı, sonra hepsini toplayıp ön tarafa götürdüm, tezgâhın üzerine bıraktım. Adam bana yine kibarca gülümsedi, sonra da yazarkasasının tuşlarına dokunarak aldığım çeşitli malzemenin fiyatlarını girmeye başladı. Ancak sıra mavi deftere geldiğinde biraz durakladı, defteri havaya kaldırdı, parmaklarını hafifçe kapağının üzerinden geçirdi. Beğendiğini gösteren bir hareket, neredeyse bir okşayıştı bu.
“Hoş bir defter,” dedi, ağır aksanlı bir İngilizce’yle. “Ama artık yok. Portekiz’den yok. Çok üzücü bir hikâye.”
Ne dediğini anlayamamıştım, sözlerini açıklamasını, dediğini tekrar etmesini istemektense defterin ne kadar hoş, ne kadar sade olduğu hakkında bir şeyler mırıldandım ve sonra konuyu değiştirdim. “Burayı açalı çok oldu mu?” diye sordum. “Pek yeni ve pek temiz görünüyor.”
“Bir ay,” dedi adam. “Ağustosun 10’unda büyük açılış.”
Bunu açıklarken sırtını dikleştirir gibi oldu, çocukça, askerce bir gururla göğsünü şişirdi, ama ona işlerin nasıl gittiğini sorduğumda mavi defteri yavaşça tezgâhın üzerine bırakıp başını iki yana salladı. “Çok yavaş. Bir sürü tatsızlık.” Adamın gözlerine baktığımda ilk başta sandığımdan birkaç yaş daha büyük olduğunu fark ettim, en azından otuz beş yaşında vardı, hatta belki de kırk. Sabredip işlerin açılmasını beklemesi hakkında bir şeyler gevelediysem de adam başını iki yana sallayıp gülümsemekle yetindi. “Hep isterdim dükkânım olsun,” dedi. “Bunun gibi bir dükkân, defterler, kalemler filan. Benim büyük Amerikan rüyamdı. Herkese iş, tamam mı?”
“Tamam,” dedim, ama hâlâ adamın neden söz ettiğini tam olarak anlayabilmiş değildim.
“Herkes kelimeler yapar,” diye devam etti adam. “Herkes bir şeyler yazar. Okuldaki çocuklar benim defterlerime derslerini yazarlar. Öğretmenler defterlerime notlarını yazarlar. Benim sattığım zarflarda aşk mektupları gönderilir. Muhasebeciler için muhasebe defterleri, alışveriş listeleri için bloknotlar, haftayı planlamak için ajandalar. Buradaki her şey hayat için önemli, bu da beni mutlu ediyor, hayatıma onur katıyor.”
Adam bu kısa konferansı öyle ciddi bir havayla vermiş, meramını ve kendini adadığı şeyi öylesine bir ağırbaşlılık içinde ortaya koymuştu ki, duygulandığımı itiraf etmeliyim. Müşterilerine kâğıdın doğaüstü niteliği hakkında açıklamalarda bulunan, insanları ilgilendiren çeşitli konularda kendisinin önemli bir rol oynadığına inanan bu kırtasiyeci nasıl bir adamdır diye merak ettim. Bu durumun gülünç bir yanı vardı sanırım, ama adamın konuşmasını dinlerken ona gülmek aklımın ucundan bile geçmedi.
“Haklısınız,” dedim. “Sizinle tamamen aynı fikirdeyim.”
Yaptığım kompliman adamın keyfini yerine getirir gibi oldu. Hafifçe gülümseyerek ve başını eğerek yazarkasanın tuşlarına yeniden dokunmaya başladı. “Burada, Brooklyn’de pek çok yazar var,” dedi. “Bütün mahalle yazar dolu. Belki benim dükkânım için iyi olur.”
“Belki,” dedim. “Yazarların sorunu, pek çoğunun harcayacak fazla parasının olmaması.”
“Ya,” dedi, başını yazarkasadan kaldırarak, yüzünde genişleyen gülümseme çarpık dişlerini ortaya çıkarmıştı. “Siz de yazar olmalısınız.”
“Kimselere söylemeyin,” dedim, şaka yaparcasına. “Bu bir sır.”
Çok da gülünesi bir şey söylememiştim, ama belli ki adamın komiğine gitmişti, bir süre gülmekten yere yuvarlanmamak için kendini tuttu. Kahkahasının tuhaf, kesik ve kuvvetli bir ritmi vardı, konuşmakla gülmek arası bir şeydi, gırtlağından bir dizi kısa, mekanik titreşim olarak çıkıyordu: ha ha ha, ha ha ha, ha ha ha. “Yok kimseye söylemek,” dedi, kahkahaları dinince. “Çok gizli.