bile olsa. Erkekler günde yirmi kez böyle düşüncelere kapılırlar, bir insanın içinde bir arzu kıvılcımı doğması bu dürtüsünün peşinden gideceğini göstermez, yine de bu düşünce Nick’in aklına düşer düşmez kendisinden tiksinir, suçluluk duygusu saplanır yüreğine. Vicdanını rahatlatmak için karısını bürosundan arar (–avukatlık firması, borsa şirketi, hastane– hangisi olacağına sonra karar verilecektir) ve ona, şehirde en sevdikleri lokantada yer ayırtıp kendisini o gece akşam yemeğine götüreceğini söyler.
Saat sekizde lokantada buluşurlar. İlk içkilerini alıp iştah açıcılarla oyalanırlarken her şey yolundadır, ama sonra evle ilgili önemsiz bir konu üzerinde tartışmaya başlarlar (kırılan bir iskemle, Eva’nın kuzenlerinden birinin New York’a gelecek olması, sıradan bir şey), çok geçmeden kavga başlar. Şiddetli bir kavga değildir belki, ancak seslerinin yükselmesi tatlarının kaçmasına yeter. Nick özür diler, Eva da özrü kabul eder; Eva özür dileyince de Nick kabul eder; ama sohbetin keyfi kaçmıştır, birkaç dakika önceki uyumlu havayı yeniden yakalamaları olanaksızdır artık. Ana yemek masaya getirildiğinde her ikisi de hiç konuşmadan oturmaktadırlar. Lokanta ağzına kadar doludur, insanların konuşmalarıyla uğuldamaktadır, Nick gözlerini salonda gezdirirken birden köşedeki bir masada beş-altı kişiyle birlikte oturmakta olan Rosa Leightman’ı görür. Onun hangi yöne baktığını fark eden Eva tanıdığı birini mi gördüğünü sorar. Şu kızı, der Nick. Bu sabah büroma gelmişti. Eva’ya, Rosa’yla ilgili bir şeyler söylemeye başlar, büyükannesi Sylvia Maxwell’in yazdığı romandan söz eder, sonra konuyu değiştirmeye kalkışır, ama Eva o zamana kadar başını çevirip Rosa’nın masasına bakmıştır bile. Çok güzel bir kız, değil mi, diye sorar Nick. Eva da, fena değil, der. Ama saçları bir tuhaf Nick, giysileri de korkunç. Hiç önemi yok, der Nick. Hayat dolu, son aylarda tanıdığım insanlar içinde en hayat dolu olanı. Bir erkeğin içini dışına çevirebilecek türden biri.
Bir erkeğin karısına böyle bir şey söylemesi çok korkunç, özellikle de kocasının kendisinden uzaklaşmaya başladığını hissetmekte olan bir kadına. Eh, der Eva, savunmaya geçerek, ne yazık ki benimle evlisin. Kızın yanına gidip masamıza çağırmamı ister misin? Daha önce içi dışına çevrilen bir erkek görmemiştim. Belki de öğrenecek bir şeylerim vardır.
Az önce ağzından çıkan sözcüklerin ne kadar düşüncesizce ve gaddarca olduğunun farkına varan Nick hatasını tamir etmeye çabalar. Ben kendimden söz etmiyordum, der, herhangi bir erkekti benim dediğim. Soyut anlamda yani.
Yemekten sonra Nick ile Eva, West Village’deki evlerine dönerler. Barrow Sokağı’nda düzgün, eksiksiz bir dubleks dairedir burası, aslında masalımda John Trause’nin evini örnek almıştım, bu fikri bana veren adama sessiz bir selam olarak. Nick’in yazılacak mektupları, gözden geçirilecek faturaları vardır, Eva yatmaya hazırlanırken Nick bu ufak tefek işleri halletmek için yemek masasına oturur. Bu iş kırk beş dakikasını alır. Ama saat ilerlemiş olsa da Nick huzursuzdur, uyumaya hazır değildir. Başını yatak odasına sokar, Eva’nın hâlâ uyumamış olduğunu görür, mektupları postalamak üzere dışarı çıkacağını söyler ona. Köşedeki posta kutusuna kadar gideceğim der, beş dakikada dönerim.
İşte her şey o zaman olur. Bowen çantasını eline alır (Kehanet Gecesi’nin müsveddesi hâlâ çantadadır), mektupları çantaya atar ve postalamak üzere dışarı çıkar. İlkbahar başlarıdır, sert bir rüzgâr esmekte, sokak tabelalarını takırdatıp yerden kâğıt parçalarını ve çöpleri kaldırmaktadır. Hâlâ o sabah Rosa ile tanışmasının verdiği tedirginliği düşünen, o gece onunla bir kez daha tesadüfen karşılaşmasına bir anlam bulmaya çalışan Nick sisin içinde köşeye kadar yürür, sağına-soluna pek dikkat etmemektedir. Mektupları çantasından çıkarır ve posta kutusuna atar. Kendi içinde kırılan bir şeyler vardır, Eva ile arasında sorunlar başladığından bu yana ilk kez içinde bulunduğu durumun gerçeğini itiraf etmeye hazırdır: Evliliği başarısız olmuştur, hayatı çıkmaza girmiştir. Dönüp doğruca evinin yolunu tutacağına birkaç dakika daha yürümeye karar verir. Sokak boyunca yürür, köşeyi döner, bir sokağı daha geçer ve bir sonraki köşede yine döner. Tam on bir kat yukarıda, bir apartmanın önyüzünde yer alan kireçtaşından ufak bir çörtenin kafası, esen sert rüzgârın yardımıyla bağlı olduğu gövdeden yavaş yavaş kopmaktadır. Nick bir adım daha atar, bir adım daha, çörtenin kafası yerinden koptuğunda düşmekte olan parçanın tam altından geçmektedir. Böylece, hafifçe değiştirilmiş biçimde, Flitcraft efsanesi başlar. Nick’in başının birkaç santim uzağından geçen çörten, onun sağ kolunu sıyırır, çantayı elinden düşürtür ve sonra kaldırımda tuzla buz olur.
Darbenin etkisiyle yere düşer Nick. Şaşırmış, sersemlemiş, ürkmüştür. Önce, başına ne geldiğini anlayamaz. Taş koluna değdiğinde duyduğu bir anlık korku, çantası elinden fırladığında duyduğu bir anlık şok ve sonra kaldırıma çarpıp parçalanan çörtenin çıkardığı gürültü. Olayların hangi sırada olduğunu kavrayana kadar aradan birkaç dakika geçer, kavrayınca da kaldırımda bulunduğu yerden doğrulup kalkar, ölümden dönmüş olduğunu anlamıştır. O taş onu öldürmek üzere düşmüştür. O gece evinden çıkmasının tek nedeni o taşla buluşmasıdır ve eğer ölümden kurtulmuşsa bunun tek anlamı kendisine yeni bir hayat bahşedilmiş olmasıdır, eski hayatının bittiği, geçmiş hayatının her ânının artık bir başkasına ait olduğudur.
Bir taksi köşeyi dönüp sokakta Nick’e doğru ilerler. Nick başını kaldırır. Taksi durur, Nick biner. Nereye, diye sorar sürücü. Nick’in hiçbir fikri yoktur, bu yüzden aklına ilk gelen şeyi söyler. Havaalanına, der. Hangisine, diye sorar sürücü. Kennedy mi, LaGuardia mı, Newark mı? LaGuardia, der Nick, böylece LaGuardia’ya doğru yola koyulurlar. Alana varınca Nick bilet satılan bankoya gidip ilk uçağın ne zaman kalkacağını sorar. Nereye olan uçak, diye sorar bilet satan görevli. Nereye olursa, diye yanıtlar onu Nick. Görevli, tarifeye bakar. Kansas City’ye, der sonra, on dakika sonra yolcu almaya başlayacak bir uçak var. Tamam, der Nick, görevliye kredi kartını uzatıp, bir bilet kesin. Gidiş mi, gidiş-dönüş mü, diye sorar görevli. Yalnız gidiş, der Nick, yarım saat geçmeden de uçaktaki koltuğuna oturmuş, gecenin içinde Kansas City’ye doğru yol almaktadır.
O sabah onu orada bıraktım, havada, belirsiz, inanılması güç bir geleceğe doğru çılgınca uçarken. Ne kadar zamandır yazmakta olduğumu kestiremiyordum, ama istimimin bitmekte olduğunu hissediyordum, bu yüzden kalemimi elimden bırakıp ayağa kalktım. Mavi defterin topu topu sekiz sayfasını doldurmuştum, bu, iki-üç saatlik bir çalışma demekti, ama zaman öylesine hızlı geçmişti ki bana sanki ancak birkaç dakikadır defterin başındaymışım gibi geliyordu. Odadan çıkınca koridordan geçip mutfağa girdim. Hiç ummuyordum ama Grace ocağın başındaydı, çay hazırlıyordu.
“Evde olduğunu bilmiyordum,” dedi.
“Bir süre önce döndüm,” dedim. “Odamdaydım.”
Grace şaşırmış göründü.
“Kapıyı vurduğumu duymadın mı?”
“Duymadım, özür dilerim. Yaptığım işe kendimi kaptırmış olmalıyım.”
“Senden yanıt gelmeyince kapıyı açıp odana göz attım. Ama sen içerde değildin.”
“Elbette ki içerdeydim. Masamın başında oturuyordum.”
“Ama ben seni görmedim. Belki başka yerdeydin. Banyodaydın belki de.”
“Banyoya gittiğimi hatırlamıyorum. Bildiğim kadarıyla masamdan hiç kalkmadım.”
Grace omuzlarını silkti. “Öyle diyorsan öyledir, Sidney,” dedi. Belli ki tartışacak havada değildi. Zeki bir