sonra da bu konuyu kapattık. Ertesi sabah işe giriştim. Sağa sola telefon ettim, biraz araştırma yaptım, bir-iki gün içinde Batı Otuz Birinci Sokak’ta fotoğraf makinesi satan bir dükkân buldum, sahibi makineyi onarabileceğini tahmin ediyordu. O arada Richard Florida’ya geri dönmüştü. O akşam haberi vermek için ona telefon ederken çok sevineceğini, hemen dürbünü nasıl paketleyip New York’a göndereceği üzerinde konuşacağımızı düşünüyordum, ama hattın öteki ucunda uzun bir sessizlik oldu. ‘Bilmiyorum John,’ dedi Richard sonunda, ‘seni gördüğümden beri bu konu üzerinde epeyce düşündüm, belki de durmadan o resimlere bakmam pek iyi bir fikir değil. Arlene çok rahatsız oluyordu, kızlarla da pek ilgilenmiyordum. Belki böylesi daha iyi. İnsan şimdide yaşamalı, öyle değil mi? Geçmiş geçmiştir, o resimlerle ne kadar zaman geçirirsem geçireyim, geçmişi geri getiremem ki…’”
Hikâye böyle bitiyordu. Hayal kırıklığı yaratacak bir son, dedi John, oysa Grace aynı düşüncede değildi. İki ay boyunca ölülerle konuştuktan sonra Richard kendini tehlikeye sokmuştu, dedi, belki de ciddi bir depresyon geçirmesi riski bile vardı. Ben de bir şey söylemek üzereydim, ancak daha ağzımı açar açmaz burnum yine berbat bir biçimde kanamaya başladı. Hastaneye yatmamdan bir-iki ay önce başlamıştı bu kanamalar, öteki belirtilerin pek çoğu artık ortadan kalkmış olsa da burnumun kanaması geçmemişti; sanki en olmayacak zamanlarda kanamaya başlıyor ve beni güç durumlarda bırakıyordu. Kendimi denetim altında tutamamaktan nefret ediyordum, örneğin o akşam olduğu gibi bir salonda oturmak, bir sohbete katılmak ve birden benden kan aktığını fark etmek, kanın gömleğime ve pantolonuma damladığını görmek ve kanı durdurmak için elimden en ufak kahrolası bir şey gelmemesi. Doktorlar kaygılanmamamı söylemişlerdi, tıbbi açıdan bir tehlike yoktu, bir dert açılmazdı başıma, ama onların sözleri kendimi daha az çaresiz ya da daha az sıkıntıda hissetmeme yardımcı olmuyordu. Ne zaman burnumdan kan boşalsa altına kaçıran küçük bir oğlan çocuğu gibi hissediyordum kendimi.
Koltuktan fırladım, yüzüme bir mendil bastırarak en yakındaki banyoya koştum. Grace yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu, ne dediğimi hatırlayamıyorum ama ona ters bir yanıt vermiş olmalıyım. ‘Gerek yok’ ya da ‘Beni rahat bırak’ gibi bir şey. Ne söylemiş olursam olayım sözlerimdeki öfke John’u eğlendirdi, çünkü ben odadan çıkarken onun güldüğünü çok net hatırlıyorum. “Eski Dost geri döndü,” dedi. “Orr’un burnu âdet kanamasında. Boş ver Sidney, moralini bozma. Hiç değilse gebe olmadığını biliyorsun.”
John’un evinde iki banyo vardı, dubleks dairenin her katında bir tane. Genelde o akşamı, yemek odasının ve salonun bulunduğu alt katta geçirirdik ama John’un flibitli bacağı ikinci kata çıkmamızı zorunlu kılmıştı, çünkü zamanının büyük bölümünü artık yukarıda geçiriyordu. Üst kattaki oda evin ikinci salonu gibiydi, büyük cumbaları olan şirin bir odaydı, duvarların üçü kitap raflarıyla doluydu, stereo aletler ve televizyon filan için özel girintiler vardı, nekahet dönemindeki bir sakat için kusursuz bir özel alan. O kattaki banyo John’un yatak odasının hemen yanındaydı, yatak odasına ulaşmak için de onun çalışma odasından, yazı yazdığı yerden geçmek zorundaydım. Çalışma odasına girince ışığı yaktım, ama aklım kanayan burnumda olduğu için odada neler olduğuna hiç bakmadım. Burun deliklerimi sıkarak, başımı geriye atarak banyoda on beş dakika kadar kalmış olmalıyım, bu eski usul çareler sonuç vermeye başladığında o kadar çok kanım akmıştı ki acaba hastaneye gitsem de bana acilen kan mı verseler, demeye başladım. Beyaz porselen lavabonun içinde kan ne kadar da kırmızı duruyor, diye düşündüm. Ne kadar canlı bir renkti bu, estetik açıdan ne kadar çarpıcıydı. Bedenimizden çıkan öteki sıvılar kanla kıyaslandığında çok renksizdi, soluk soluk fışkırırlardı. Salya beyazımsıydı, meni boz bulanık, idrar sarı, sümük yeşilimsi kahve. İçimizden sonbahar ve kış renkleri fışkırtıyorduk, ama görünmeden damarlarımızdan akan ve bizi hayatta tutan maddenin rengi, çılgın bir sanatçının elinden çıkan kırmızıydı, taze boya kadar parlak bir kırmızı.
Kriz geçtiğinde, lavabonun başında bir süre daha oyalandım, insan içine çıkacak hale gelmeye çalıştım. Üstümdeki lekeleri çıkarmakta geç kalmıştım (kan sertleşmiş, pas rengi ufak dairelere dönüşmüştü, silerek çıkarmaya çalıştığımda kumaşın üzerine yayılıyordu), ama ellerimle yüzümü iyice yıkadım, saçımı ıslatıp John’un tarağının yardımıyla yatırdım. Durumuma daha az üzülüyordum artık, kendimi toparlamaya başlamıştım. Gömleğimle pantolonumun üzerinde hâlâ çirkin benekler olsa da burnumdan akan dere kurumuştu, burnumun içinin karıncalanması da çok şükür kesilmişti.
John’un yatak odasından geçip çalışma odasına girdiğimde masasına bir göz attım. Tam olarak oraya bakmıyordum, kapıya doğru giderken çevreme göz gezdiriyordum yalnızca, ama karmakarışık duran tükenmezlerin, kurşunkalemlerin ve kâğıt yığınlarının arasında mavi bir defter vardı, o sabah Brooklyn’de satın aldığım deftere şaşırtıcı derecede benziyordu. Bir yazarın çalışma masası kutsal bir yerdir, dünyanın en özel tapınağıdır, yabancılar izin almadan oraya dokunamazlar. Daha önce John’un çalışma masasına hiç yaklaşmamıştım, ama o kadar şaşırmış, gördüğüm defterin benimkiyle aynı olup olmadığını öğrenmeyi o kadar istemiştim ki nezaketi bir yana bırakıp bakmak üzere masaya gittim. Defter kapalıydı, küçük bir sözlüğün üzerinde önyüzü yukarı bakacak biçimde duruyordu, onu incelemek üzere eğildiğimde evde benim çalışma masamda duran defterin bire bir aynısı olduğunu gördüm. Bu keşfim beni inanılmaz derecede heyecanlandırdı, heyecanımın nedenini bugün bile anlamış değilim. John’un nasıl bir defter kullandığının ne önemi vardı? Birkaç yıl Portekiz’de kalmıştı, belli ki bu defterler orada her yerde satılan türdendi, sıradan kırtasiyecilerde bulunabiliyordu. Portekiz’de üretilmiş mavi ciltli bir deftere neden yazmasındı? Hiçbir neden yoktu, hiç, yine de o sabah kendi defterimi satın alırken kapıldığım o nefis, hoş duygular, o sabah o deftere yazarak üretken birkaç saat geçirdiğim (bir yıldır giriştiğim ilk yazı denemesiydi) ve John’un evindeki bu akşam boyunca aklımın hep o çabalarımda olduğu düşünüldüğünde, bu durum bana şaşırtıcı bir rastlantı, küçük çaplı bir kara büyü gibi geldi.
Salona döndüğümde keşfimden söz etmeyi düşünmüyordum. Çatlaklıktı benimkisi, fazlasıyla özel ve kişiseldi, eşyalarını karıştırmak gibi bir alışkanlığım olduğu izlenimi de vermek istemiyordum John’a. Ama salona girip de onu bacağı havada, gözlerinde umutsuz, çaresiz bir bakışla tavana bakarken gördüğümde fikrimi değiştirdim. Grace alt kattaydı, bulaşıkları yıkıyor, getirttiğimiz yemekten kalan artıkları çöpe döküyordu, onun boşalttığı koltuğa oturdum, kanepenin yanına, John’un başının bir metre kadar uzağına. Kendimi daha iyi hissedip hissetmediğimi sordu. Evet, dedim, daha iyiyim, sonra öne eğilip ona, “Bugün başıma çok tuhaf bir şey geldi,” dedim. “Sabah yürüyüşüne çıktığımda bir dükkâna girip bir defter aldım. Öyle mükemmel bir defterdi ki, öylesine sevimli ve tatlı bir küçük şeydi ki yeniden yazma isteği doğdu içimde. Eve varır varmaz çalışma masamın başına oturdum ve tam iki saat kesintisiz yazdım.”
“İyi haber bu, Sidney,” dedi John. “Yeniden çalışmaya başlıyorsun.”
“Flitcraft olayı.”
“Bu daha da iyi.”
“Göreceğiz. Yalnızca birkaç not aldım, taslak halinde, pek önemli değil. Ama bu defter bana güç verdi sanki, yarın sabahı zor bekliyorum, yazdıklarıma devam etmek için. Koyu mavi, çok hoş bir tonu var mavisinin, sırtında yukarıdan aşağı bez bir şerit iniyor ve ciltli. Hem de Portekiz malı.”
“Portekiz mi?”
“Hangi kent olduğunu