tepkisi şahsıma değildi, bunun farkındaydım. Grace’in ters davranışı bana olmaktan çok söylediğim şeyeydi; benim söylediklerimle onun düşünceleri arasındaki rastlantısal çarpışmanın doğurduğu bir kıvılcımdı. İyi insanlar kötü şeyler yaparlar. Grace yanlış bir şey mi yapmıştı? Ona yakın olan biri kötü bir şey mi yapmıştı? Bunu bilmek imkânsızdı, ama birinin bir şeyle ilgili olarak kendini suçlu hissettiğine karar verdim, benim söylediklerim Grace’in kendini savunan konuşmasını başlatmış olsa da bu sözlerin muhatabının ben olmadığıma fazlasıyla emindim. Bu düşüncemi kanıtlamak istercesine, Atlantik Caddesi’nden geçip yolculuğumuzun son ayağına girer girmez Grace elini uzatıp ensemi tuttu, beni kendisine çekip dudaklarını dudaklarıma bastırdı, dilini ağzıma yavaşça sokup beni tahrik edercesine öptü; Trause’nin dediği gibi, dolu dolu öptü. “Bu gece benimle seviş,” diye fısıldadı. “Kapıdan girer girmez elbiselerimi yırt ve seviş benimle. Beni parçala, Sid.”
Ertesi sabah geç saatlere kadar uyuduk, saat on bir buçuk-on ikiye kadar yataktan çıkmadık. Grace’in kuzinlerinden biri o gün şehirde olacaktı, saat ikide Guggenheim’da buluşmayı kararlaştırmışlardı, sonra da sürekli sergide birkaç saat geçirmek üzere Metropolitan Müzesi’ne gideceklerdi. Grace’in hafta sonlarında yapmayı sevdiği şeylerin başında resim seyretmek gelirdi, saat birde evden çıktığında oldukça sakindi.[6] Onu metroya kadar götürmeyi teklif ettim, ama Grace zaten gecikmişti, metro istasyonu da evden oldukça uzakta olduğundan (ta Montague Sokağı’ndaydı) o kadar yolu koşar adım giderek kendimi yormamı istemedi. Grace’e merdivenden inip sokağa çıkana kadar eşlik ettim, ilk köşebaşında vedalaşıp ikimiz de farklı yönlere doğru uzaklaştık. Grace, Court Sokağı’ndan Heights’e doğru koşturdu, bense birkaç sokak aşağıdaki Landolfi’nin şekerci dükkânına doğru ağır adımlarla yürüdüm, bir paket sigara aldım. Benim bünyem o günlük ancak bu kadarını kaldırırdı. Mavi defterimin başına oturmak için sabırsızlanıyordum, her zamanki gibi mahallede dolaşmak yerine hemen dönüp eve yollandım. On dakika sonra evdeydim, koridorun sonundaki odamda, masamın başına oturmuştum. Defteri açtım, cumartesi günü kaldığım sayfayı buldum ve işe koyuldum. Şimdiye kadar yazdıklarımı tekrar okumaya kalkışmadım. Kalemimi elime alıp yazmaya başladım.
Bowen uçaktadır, karanlığın içinde Kansas City’ye doğru yol almaktadır. Kafasına düşen çörtenlerden ve hiçbir şey düşünmeden havaalanına koşmaların ardından içinde büyüyen bir sükûnet, durgun bir boşluk vardır. Bowen ne yapmakta olduğu üzerinde düşünmez. Pişman değildir, işini terk edip şehirden ayrılma kararı üzerinde bir daha durmaz, Eva’yı bırakıp gittiği için de en ufak bir pişmanlık duymamaktadır. Bunun Eva’ya ne kadar ağır geleceğini bilmektedir, ama sonunda Eva’nın kendisi olmadan daha rahat edeceğine kendini inandırmayı başarır, Bowen’ın ortadan kaybolmasının şokunu atlattıktan sonra yeni ve daha tatmin edici bir hayata başlaması mümkün olacaktır. Arzu edilen ya da hoş bir konum değil elbette, ama Bowen kafasındaki düşüncenin tutsağı olmuştur, bu düşünce de kendi önemsiz ihtiyaçlarından ve yükümlülüklerinden öylesine baskın, öylesine güçlüdür ki ona uymaktan başka seçeneği olmadığını düşünür; hem de sorumsuzca davranmak, daha dün kendisine ahlaki açıdan çirkin gelecek şeyleri yapma pahasına. Hammett bu düşünceyi, ‘İnsanlar rasgele öldüler,’ diye dile getirmişti, ‘ve ancak şansları rast gidince hayatta kaldılar. İlişkilerini mantıklıca düzenleyerek hayata ayak uydurmamış, adımları farklı yöne gitmişti (Flitcraft’ın). Düşen kirişten yirmi adım bile uzaklaşmadan, hayatın bu yeni yüzüne uyum sağlamadan huzur bulmayacağını anlamıştı. Öğle yemeğini bitirene kadar da nasıl uyum sağlayabileceğini bulmuştu. Düşen bir kiriş hayatını rasgele sona erdirebilirdi. O da çekip giderek hayatını rasgele değiştirecekti.’
Bowen’ın yaptıklarını yazabilmem için onları onaylamam gerekmiyordu. Bowen, Flitcraft’tı, Hammett’in romanında Flitcraft kendi karısına aynı şeyi yapmıştı. Hikâyenin temeli buydu, ben de hikâyenin temeline bağlı kalacağım yolunda kendimle yaptığım pazarlıktan vazgeçecek değildim. Aynı zamanda bu hikâyede Bowen’dan ve uçağa bindikten sonra başına gelenlerden çok daha fazlası olduğunu anlamıştım. Eva’yı unutmamam gerekiyordu, Nick’in Kansas City’deki serüvenlerini izlemeye kendimi ne kadar kaptırırsam kaptırayım, New York’a dönüp Eva’ya neler olduğunu araştırmadan hikâyenin hakkını vermiş olamazdım. Eva’nın kaderi benim için kocasınınki kadar önemliydi. Bowen umursamazlığın peşindeydi, her şeyi olduğu gibi itirazsız kabullenecekti, Eva’ysa bunlarla savaş halindeydi, koşulların kurbanıydı, Nick’in ufak bir iş halletmek için gittiği köşebaşından dönmediği andan başlayarak Eva’nın zihni çelişkili duyguların savaş alanına döner; panik ve korku, ıstırap ve öfke, çaresizlik. Bu ıstırabın içine girme olasılığından hoşlanmıştım, bu tutkuları Eva’yla birlikte yaşayabileceğim ve gelecek günlerde onlar hakkında yazabileceğim olasılığından da.
Uçak LaGuardia’dan havalandıktan yarım saat sonra Nick evrak çantasını açar, içinden Sylvia Maxwell’in romanının müsveddesini çıkarır ve okumaya başlar. Kafamda şekillenen hikâyenin üçüncü öğesiydi bu ve bunu olabildiğince erken eklemeye karar vermiştim; hatta uçak Kansas City’ye inmeden önce. Önce Nick’in hikâyesi, sonra Eva’nın hikâyesi ve sonunda bu hikâyeler gelişirken Nick’in okuduğu ve okumaya devam ettiği kitap; hikâye içinde hikâye. Ne de olsa edebiyatla ilgilenen biridir Nick, bu yüzden de kitapların etkisi altında kalır. Yavaş yavaş, Sylvia Maxwell’in kullandığı sözcüklere dikkat ettikçe kendisiyle romandaki öykü arasında bir bağ görmeye başlar, sanki kitap dolaylı, oldukça metaforik bir biçimde Nick’e o an içinde bulunduğu koşullardan içtenlikle söz etmektedir.
O noktada, Kehanet Gecesi’nin nasıl olmasını istediğim hakkında pek az fikrim vardı, roman taslağının çalakalem ilk çizgilerinden öte gitmiyordu düşüncelerim. Kurguyla ilgili hiçbir şeyi işlememiştim, ama kitabın, geleceği görme üzerine kısa, felsefi bir roman, zamanla ilgili bir fabl olacağını biliyordum. Romanın kahramanı Lemuel Flagg’di, Birinci Dünya Savaşı’nın siperlerinde korkunç bir patlama sonucu gözlerini kaybeden bir yüzbaşı. Yaralarından kan akarak, yönünü yitirerek ve acıyla inleyerek savaş alanından uzaklaşır ve taburuyla bağlantısını koparır. Nerede olduğunu bilmeden, tökezleyerek, sendeleyerek Ardennes Ormanları’na girer ve yere çöker. Aynı gün daha geç saatlerde, baygın adamı iki Fransız çocuk bulur, on bir yaşında bir oğlan ve on dört yaşında bir kız, François ile Geneviève. Ormanın ortasındaki terk edilmiş bir kulübede kendi başlarına yaşayan iki savaş yetimidir bunlar, bir peri masalı ortamında iki masal kahramanı. Flagg’i evlerine taşıyıp ona bakarlar, birkaç ay sonra savaş sona erince de Flagg çocukları da yanına alıp İngiltere’ye döner. 1927’nin üstünlük sağlayan alanında durup geriye, üvey babasının tuhaf kariyerine ve sonraki intiharına bakarak öyküyü anlatan Geneviève’dir. Flagg körlüğü sayesinde kehanet gücüne kavuşmuştur. Transa girer gibi ansızın gelen nöbetlerde yere düşer ve epilepsi hastası gibi çırpınmaya başlar. Bu nöbetler sekiz-on dakika sürer, kriz boyunca Flagg’in zihni geleceğe ilişkin imgelerle dolar. Bu nöbetler uyarmaksızın gelirler, onları durdurmak ya da denetim altına almak onun elinde değildir. Flagg’in yeteneği hem bir lanet hem de lütuftur. Ona servet ve nüfuz sağlar ama aynı zamanda bu nöbetler büyük acılara neden olurlar, ruhsal acılar da cabası, çünkü Flagg’in gördüğü hayallerin pek çoğu bilmek istemediği şeyler hakkında bilgilerle donatır onu. Örneğin annesinin ölüm günü ya da Hindistan’da tam iki yüz kişinin öleceği bir tren kazasının yeri. Çocuklarıyla herkesten uzak bir yaşam sürmek istemektedir, ama kehanetlerinin (hava tahmininden parlamento seçimlerinin sonucuna, kriket maçlarının