şey çağrıştırmıyor.”
“Çocukluğumdan kalma. Sen yaz aylarını Virginia’da ata binerek geçirirdin ama annem beni New York’un kuzeyinde bir yatılı kampa gönderirdi. Kızılderili şefi Pontiac’ın adını taşırdı kamp. Yazın sonunda bizi iki takıma bölerlerdi ve kamp bitene kadarki dört-beş gün boyunca her iki takımdan farklı gruplar birbirleriyle yarışırlardı.”
“Hangi alanda?”
“Beysbol, basketbol, tenis, yüzme, halat çekme, hatta kaşıkta yumurta taşıma ve şarkı yarışmaları. Kampın renkleri kırmızı ve beyaz olduğundan takımlardan biri Kırmızı Takım, öteki de Beyaz Takım olurdu.”
“Renkler savaşı bu mu?”
“Benim gibi bir spor manyağı için müthiş eğlenceliydi bu. Bazı yıllar Kırmızı Takım’da olurdum, bazı yıllar Beyaz Takım’da. Ama bir süre sonra üçüncü bir takım kuruldu, bir tür gizli dernek, aynı kafa yapısında olanların kurduğu bir kardeşlik. Yıllardır düşünmedim onu, ama o zaman benim için çok önemliydi. Mavi Takım.”
“Gizli bir kardeşlik. Oğlanların saçma sapan bir şeyi gibi geliyor kulağıma.”
“Öyleydi. Yo, aslında öyle değildi. Şimdi düşününce bana hiç de saçma gelmiyor.”
“O zamanlar farklıydın herhalde. Sen hiçbir şeye katılmak istemezsin ki.”
“Kendim katılmadım, seçildim. Aslında kurucu üyelerden biriydim. Onur duymuştum.”
“Sen zaten Kırmızı ve Beyaz takımlara girmiştin. Mavi’nin özelliği neydi?”
“İlk başladığında on dört yaşındaydım. O yıl kampa yeni bir gözetmen gelmişti, kadrodakilerden –çoğu on dokuz-yirmi yaşında üniversite öğrencileriydi– biraz daha büyüktü yaşı. Bruce… Bruce bir şey… soyadı sonra gelir aklıma. Bruce lisans eğitimini bitirmiş ve Columbia Hukuk Fakültesi’nde bir yıl okumuştu. Sporla yoğrulan bir kampta, atletizmle hiçbir ilgisi olmayan, kemikleri sayılan, bücür bir oğlan. Ama zeki ve espriliydi, sürekli güç sorularla insana meydan okurdu. Adler. Buldum. Bruce Adler. Herkes ona haham derdi.”
“Ve Mavi Takım’ı o mu yarattı?”
“Öyle sayılır. Daha doğrusu nostaljik olsun diye yeniden yarattı.”
“Anlayamadım.”
“Birkaç yıl önce yine gözetmen olarak bir başka kampta çalışmıştı. O kampın renkleri mavi ve griydi. Yazın sonunda renkler savaşı çıktığında Bruce Mavi Takım’a konulmuş, aynı takımda başka kimler var diye çevresine bakındığında en hoşlandığı, en saydığı çocukların orada olduğunu görmüş. Gri Takım ise bunun tam tersiymiş, ne kadar mızıkçı, sevimsiz çocuk varsa oradaymış, yani kampın döküntüleri. Bruce’un kafasında Mavi Takım sözü bir avuç önemsiz bayrak yarışından çok daha büyük bir anlama geliyormuş. Bu söz bir insanlık idealini temsil ediyormuş, hoşgörülü ve duygudaş bireylerin oluşturduğu birbirine sıkı sıkıya bağlı bir birlikmiş. Düşlenen kusursuz toplummuş.”
“Tuhaf bir hikâye, Sid.”
“Biliyorum. Ama Bruce bu konuyu ciddiye almıyordu. Mavi Takım’ın güzelliği de buradaydı. Her şey şaka gibiydi.”
“Hahamların şaka yapmalarına izin verildiğini bilmiyordum.”
“Verilmiyordur herhalde. Ama Bruce haham değildi ki. Yazın çalışan bir hukuk öğrencisiydi, biraz eğlenmek istiyordu. Bizim kampta çalışmaya geldiğinde öteki gözetmenlerden birine Mavi Takım’dan söz etmişti, ikisi birlikte yeni bir kol kurmaya karar verdiler, gizli bir dernek olarak yeniden icat edeceklerdi onu.”
“Seni nasıl seçtiler?”
“Gece yarısı. Yatağımda mışıl mışıl uyuyordum, Bruce ile öteki gözetmen sarsarak uyandırdılar beni. ‘Haydi kalk,’ dediler, ‘sana bir şey söyleyeceğiz.’ Sonra da el fenerlerini alıp beni ve iki çocuğu ormana götürdüler. Orada küçük bir ateş yakmışlardı, ateşin çevresine oturduk, bize Mavi Takım’ın ne olduğunu, bizi neden kurucu üye olarak seçtiklerini, hangi nitelikleri aradıklarını anlattılar, yani başka adaylar önermek istersek diye.”
“Neydi bu nitelikler?”
“Özel bir şey yoktu. Mavi Takım’ın üyeleri tek tip değildi, her biri farklı ve bağımsız bir kişiydi. Ama espri anlayışı olmayanı almıyorlardı, bu anlayış kendini nasıl gösterirse göstersin. Bazı insanlar durmadan espri yaparlar, kimileriyse doğru anda bir kaşlarını kaldırırlar ve odadaki herkes bir anda gülmekten yerlere yuvarlanır. İyi bir mizah anlayışı, hayatın cilvelerinden zevk alma ve tuhaf olanı anlama. Ama aynı zamanda alçakgönüllü ve ağzı sıkı, başkalarına karşı düşünceli, gönlübol olması da gerekiyordu adayların. Kendini beğenmişler, kibirliler, yalancılar ve hırsızlar alınmıyordu. Mavi Takım’ın üyesi meraklı olmalıydı, kitap okumalı ve dünyayı kendi istediği kalıba girmesi için zorlayamayacağını bilmeliydi. Akıllı bir gözlemci, ahlaki ayrımlarda bulunabilecek, adalet aşkı taşıyan biri olmalıydı. Mavi Takım’ın üyesi, ihtiyacın olduğunu görünce sırtından gömleğini çıkarıp sana verebilmeliydi, ama bunu yapmak yerine sen başka yana bakarken cebine on dolar sokmayı yeğlerdi. Anlatabiliyor muyum? Sana bunu kesin çizgilerle anlatamam, şöyledir ya da şöyledir, diyemem. Hepsinin bir toplamıdır, her bir nitelik karşılıklı olarak ötekileri etkiler.”
“Senin tanımladığın, iyi bir insan oluyor. Saf ve yalın. Babam böylelerine dürüst adam, derdi. Betty Stolowitz, mensch, der. John ise, öküzün teki değil, der. Hepsi aynı kapıya çıkıyor.”
“Belki. Ama Mavi Takım adı benim daha çok hoşuma gidiyor. Üyeler arasındaki bağı, tutarlılık bağını çağrıştırıyor. Mavi Takım’daysan ilkelerini açıklaman gerekmez. Senin nasıl davrandığına bakılarak hemen anlaşılır bunlar.”
“Ama insanlar hep aynı biçimde davranmazlar. Şimdi iyidirler, bir dakika sonra kötü. Hata yaparlar. İyi insanlar da kötü şeyler yaparlar, Sid.”
“Yaparlar tabii. Ben kusursuzluktan söz etmiyorum ki.”
“Ediyorsun. Başka insanlardan daha iyi olduklarına karar vermiş olan kişilerden söz ediyorsun, bunlar ahlaki açıdan sıradan insanlardan üstün hissederler kendilerini. Bahse girerim ki arkadaşlarınla senin gizli bir tokalaşma usulünüz vardı, değil mi? Sizi öteki ayaktakımından ve aptallardan ayırsın diye, haksız mıyım? Başka kimsenin kafası ermediği için sahip olamadığı bir bilgiye sahip olduğunuza sizi inandırsın diye.”
“Aman Tanrım, Grace. Yirmi yıl öncesinde kalan önemsiz bir şeydi bu. Bu konuyu masaya yatırıp çözümlemen gerekmez ki.”
“Ama sen bu saçmalığa hâlâ inanıyorsun. Sesinden anlıyorum bunu.”
“Hiçbir şeye inandığım yok. Benim inandığım şey, hayatta olmak. Hayatta olmak ve seninle olmak. Benim için tek önemli şey bu, Grace. Bunun dışında hiçbir şey yok, şu lanet olası dünyada başka hiçbir şeyin önemi yok benim için.”
Konuşmamızın bu biçimde sona ermesi keyfimi kaçırmıştı. Grace’i o karamsar havadan çıkarmak için pek de ustaca olmayan bir biçimde giriştiğim çaba, bir süre iyi sonuç vermişti, ama sonra onu fazla zorlamış ve istemeden yanlış konuya girmiştim, o da o sert uyarıyla sırtını dönmüştü bana. Böyle münakaşa etmek onun doğasına aykırıydı. Grace bu tür konularda pek hiddetlenmezdi ve geçmişte ne zaman böyle tartışmalara girsek (belli bir konusu olmayan, rasgele daldan dala atlayan şu uçucu, dolambaçlı diyaloglar) kendisine söylediğim şeylerle eğlenir, onları pek ciddiye almaz