dükkân, Eskişehir istasyonunun karşı sırasındadır. Bütün bu hattan geçen trenler, bu durakta biraz kaldığı zaman, yolcuların gittikleri meşhur bir dükkândır.
Buradan geçen trenler ise mutlak İstanbul’dan kalkmaz ve sadece İstanbul’a doğru gitmez.
Şark’a88 da, Adana’ya da, Orta Şark89 ve Garb90 vilayetlerine de geçtiği için burası memleket içinde hatta dışında tren yolcularınca bilinen bir yerdir.
Muhallebi, sütlaç, aşure ve tavukgöğsünün en lezizini burada bulursunuz. Eğer karnınız aç ise haşlanmış tavuk eti, peynir, zeytin dahi yiyebilirsiniz. Hele kahvesi ve çayı, oradaki kahvehanelerdekinden daha üstündür.
Kerim Usta, Adapazarlı bir Çerkes’tir. Orada arazisi vardır, fakat kendisi toprakla pek uğraşmış değildir. O, daha fazla at alım satımı piyasasında tanınmıştır. Fakat Adapazarı günlerinde dahi hayatını bir muhallebici dükkânı sayesinde temin etmiştir.91 Herhalde böyle bir dükkânın Eskişehir durağında daha verimli olacağını tahmin etmiş, buraya gelmiş ve tahmininde aldanmadığını pek çabuk anlamıştır. Eskişehir’de Memduha Hanım adında bir güzel dul kadınla evlenmiş, hemen hemen Eskişehirli olmuştur.
Memduha Hanım aslen İstanbulludur. O da oldukça badireli92 ve acı bir hayat geçirmiştir. Bir emekli binbaşının kızı imiş. Çok genç yaşında bir mülazımla93 evlendirmişler, fakat bütün varlığı ile bağlandığı bu subay Balkan harbinde şehit düşmüş. Çok geçmeden babasını da kaybettikten sonra hayli sıkıntı çekmiş, nihayet o zaman Eskişehir’de bir mahallede yaşayan teyzesi Emine Hanım’ın yanına gelmiş yerleşmiş.
Tren durağında onu karşılayan teyzesi Kerim Usta’nın dükkânına götürerek muhallebi ikram etmiş ve bu vesile ile Kerim Usta ile karşılaşmıştır. Anlaşılan ateşini içinde saklayan Kerim Usta’nın içini altüst etmiş, bu yakışıklı Çerkes ona talip olmuş, çok geçmeden de evlenmişler. Bu satırları yazan Kasım Derman, bu çiftin ilk ve son çocuklarıdır. İlk evlendikleri yıl, çocukları dünyaya gelinceye kadar teyzeleri Emine Hanım’ın evinde yaşamışlar, fakat serbest hayata alışık olan Kerim Usta çocuğunu ve karısını dükkânının üstünde, iki senedir yaşamış olduğu odaya getirmiş, yerleştirmiştir.
Dükkânın arkasındaki mutfak geniştir, dükkânda satılan bütün müstahzarat94 orada hazırlanır. Kerim Usta’ya bilmem kaç senedir hizmet eden genç Tatar da hâlâ orada idi. Fakat bütün bu leziz muhallebi, sütlaç vesaireyi karısı hazırlardı.
İşte benim dünyadan haberdar olduğum ilk devrin sahnesi, bu dükkân ve dükkânın önündeki karışık kalabalığın yeridir. Kaç yaşındaydım bilmem, herhalde üç yaşından pek fazla değil, belki de biraz eksik, çünkü çocuk hafızasına hayat sahneleri çok erken yerleşir. İşte “ben” diye idrak ettiğim95 canlı parça, orayı dolduran, oralarda dolaşan, mütemadiyen96 değişen iki ayaklı mahlûklardan biridir; fakat kendimi bu anlayış, o kadar ibtidâî97 ki kendimi henüz dört ayaklı mahlûkattan, bilhassa98 köpek yavrularından pek başka hissetmiyordum. Bilâkis99 köpek yavrularını, oradan gelip geçen küçüklerden daha şirin buluyor, bu yavrularla münasebetimde100 konuşmadan anlaşıyordum.
Bu his belki de oradaki yolcu çocuklarının, hatta serseri ve satıcı çocukların bana yukarıdan bakmalarından, itip dürtmelerinden ileri geliyordu. Halbuki köpekler kuyruklarını sallıyor, bacaklarıma sürünüyor, dilleri dışarıda arkamdan koşup geliyor, benimle oynaşıyorlardı.
Şimdi size annemi ve babamı gördüğüm gibi takdim edeyim. Kadını, erkeği anlamaktan daha zor olduğunu –bugün bu kadar hastası arasında birçok kadın bulunan tecrübeli bir doktor olduktan sonra dahi– iddia edebilirim. Gerçi kadınlar hislerini daha kolaylıkla ve cömertlikle dışarı vururlar, fakat en basitini dahi, kendince tamamiyle hâkim görünen bir erkekten, his bakımından daha güçlükle teşhis edebilirsiniz. Belki hem açık hem meçhul101 kalmak kadının cazibesini arttırır, fakat ben anladığım şeyleri tercih ederim. Mamafih102 annemin dünyada en çok sevdiğim bir insan olduğunu da itiraf ederim.
Onun güzel bir kadın olduğunda hiç şüphe yoktu. Gerçi sabahtan akşama hatta gece yarısına kadar çalışmak yüzüne bâriz103 bir yorgunluk ifadesi vermiş, gözlerinin altını simsiyah yapmış, yüzünün bütün hatlarını gevşetmişti, fakat gene de bilhassa104 gözlerinin güzelliğini söndürememişti. İki uzun, ince siyah kaş altındaki koyu fındık rengindeki büyük gözlerinin şulesi105 hiç parlaklığını kaybetmemişti. Belki bu şule bana karşı beslediği muhabbetin nuruydu.106 Mamafih babama baktığı zaman bu gözlerin iç ışığı başka bir tempo ile ışıldar ve onu da çok sevdiğini hissettirirdi. Fakat bu muhabbetin aryası107 ve ışığı başka başka kapılardan kendini gösterirdi.
Eğer annemi uzun müddet tanırsanız, istediği şeyi elde etmedeki kudretine –kullandığı vasıtaların basitliğine rağmen– şaşar kaldırdınız. Onun mekânı hemen hemen tamamen mutfaktı. Dükkândan mutfağa açılan yuvarlak bir delikten mütemadiyen108 babamın sesini duyardınız:
– Bir muhallebi, iki sütlaç, tavukgöğsü, çay, kahve vesaire.
Çay ve kahveyi umumiyetle109 babamın çırağı Tatar Osman pişirir, ötekileri annemden alır, bir tepsi içinde yandan dükkâna getirirdi. Tatar Osman’ın iyi yürekli bir insan olduğunda hiç şüphe yoktu. Bilhassa bana karşı büyük bir muhabbet110 gösterirdi, fakat her nedense belki topal, belki çiçek bozuğu ve sırıtkan olması bir türlü gönlümü tamamen çekemedi.
Annem inanılmayacak kadar çok çalışmak icap eden111 bu mutfakta bazan bir sandalyeye çöker, Tatar Osman’ın getirdiği sandalyeye ayaklarını uzatır, gözlerini kapar, fakat gözkapaklarının arkasındaki gözler, ben yaklaşırsam bakmadan görür, elini uzatır, beni dizlerine oturtur, kolları sımsıkı boynuma dolanır… O yumuşak göğse başımı dayadığım zaman içimde hâsıl olan huzuru ifade edebilecek tabirlerin hiçbir dilde olmadığına eminim.
Bazan mutfağa gelen babam bizi sarmaş dolaş bir halde bulurdu. Fakat yüzünün manâsı değişmeden bir tek hattı kımıldamadan, içinden tebessüm ettiğine112 eminim.
Annemle babamın farkını şimdi onu da tarif etmeye çalıştığım zaman belki anlayacaksınız. Onu tarif edebilmek için klasik bir ressam, daha ziyade dâhi bir heykeltıraş gerekir. Ancak öyle bir dâhi, mermer arkasında gibi duran hayatı, simanın113 hareketine lüzum kalmadan sezebilir. Ben işte onu, herhalde menbaını114 bilmediğim bir iç şuurla115 sezebilirim zannediyorum. İşte dıştan görünüşü:
Uzun ve ince, fakat sıhhatsizlik116 ifade eden bir zayıflık değil. Bilâkis,117 vücudunun yapısı, muayyen118 bir örneği en fazla çizgilerde görünen şekli ifade eder. Kalçalar, göze çarpacak kadar geniş omuzlarından ince, karnı çıkmış değil. Kollar ve bacaklar uzun, dirseklerden aşağısı daima açık olan kollarının ve göze görünebilen bacaklarının adaleleri kadar bir kudret ifade edebilir. Suratına gelince, hatları düzgün ve uygun. Çene ince, yanaklarının etleri kafasının iskeletini tamamen örtmüyor. Ağız düz ve solgun iki dudaktan ibaret. Burun keskin bir keser gibi biraz büyücek, fakat ince ve biçimli. Gözleri menekşe renginde yeşil, kaşlarının uçları, daima sual soruyormuş gibi biraz kalkık.
Bu yüzün ve vücudun hususiyeti119, iyi veyahut kötü, sahiplerinin hisleri ne kadar kuvvetli olursa olsun hatları ile dışarı vurmamalarındadır. Fakat ben en küçük yaşta dahi, onun bir manken veya heykel düzlüğü arkasındaki hisleri, kendiminmiş gibi seziyorum.
İnsanın hayatını idrak ettiği120 ilk devir, belki hafızasının ve şuurunun ilk katını teşkil ettiği121 için ebedî bir rüya gibi kalır. Ve bütün rüyalar gibi, kelime ile ifadeye kalkışırsanız, yerinde uçuşan