Hamza Nuh Özer

Zemheri Kadinlari


Скачать книгу

kar maskesini çıkarıyor. Ben de fırsat bu fırsat raketleri çözüyorum. Sanki beni o an fark etmiş gibi bekliyor işimi bitirmemi. Raketleri sırtıma asar asmaz tek kelime etmeden yürümeye devam ediyor. Bu kısa duraklama yine vücudumu ter basmasına yol açıyor. Bu kadar kısa süredeki ısı değişiklikleri sonunda dengemi bozacak.

      Hızını biraz olsun kesmek için soruyorum, “Adın ne?”

      “Mılley…” anlaşılan takma ismini tamamen kanıksamış. Bir an tereddüt ediyor, gülümsediğimi görünce cevabını değiştiriyor, “Mustafa!”

      Bu nasıl bir takma isim, ilk kez bu şekilde bir bozma duyuyorum. Mustafalar genelde Musti’dir, Mıstık’tır, Musto’dur; Mılley nasıl bir bozma sürecinden geçmiş, çok şaşırtıcı.

      “Köye varmamız ne kadar sürer Mustafa?”

      “Bu yürümene epeyi sürer,” sesindeki iğnelemeyi alıyorum, hızımızı kestiğimin gayet farkında.

      Artık ayaklarım ıslak ama rahat, tabii parmaklarım donup morarmış da olabilirler. Yabancı bir jeologdan kaptığım Rosebertlerimle hızlanıyorum. Derinin dikiş yerlerinden köpükler fokurduyor. İnsan yapısı herhangi bir şey doğanın hırpalamasına dayanamaz. Eninde sonunda doğa kazanır. Gerekli olan şey sadece zamandır. Doğanın ise hiçbir acelesi yoktur.

      Kar tünelinin içinde, bir karınca yuvasının ağları gibi farklı yönlere ayrılan onlarca geçit geçiyoruz. Başka bir yöne saptığımız olmuyor, bu ana yol gibi. Bazıları çökmüş ve kapanmış bazıları ise kanala dönüşmüş. Çok karmaşık görünmüyor. Kısa sürede bu geçitler öğrenilebilir. Ortamın ışığı artmaya başlıyor. Üstümüzdeki tavan incelmiş olmalı. Gerçekten de kimi yerlerde tam erime var. Tipi sebebiyle griye çalan gökyüzü deliklerden seçilebiliyor. Kanallarda hızını kaybeden taneler daha yumuşak dokunuyor. Geçitlerin önemi yaşamsal. Yarım saat kadar yürüdükten sonra, sağa ayrılan kollardan birinde diğerlerinden farklı olarak yoğun çamur izleri görüyorum. Hatta, kar nerdeyse çamurlu bir balçığa dönüşmüş burada. Uğultular da geliyor bu delikten, uzaktan gelen insan yaygarası gibi ve takip ettiğimiz ana yolun bundan sonrası kirlenmiş ama bu çamur gittiğimiz istikamette azalarak devam ediyor. Yani çamurun kaynağı bu geçit. Takipçileri ilerledikçe ayaklarını temizlemişler.

      Yürüyüşümüz boyunca köye ulaşma süresi dışında tek merak ettiğim şey bu oluyor, çocuğa soruyorum, “Bu geçit nereye gidiyor?”

      Çocuk benden daha fazla meraklı ve endişeli, “Gabristana!” diyor ve adımlarını hızlandırıyor, ben olmasam koşacağından eminim. Korkudan çok merak izlenimi veriyor.

      Şu bilmem kimin gelinine ne olduğunu bilmesem de köyde bugün bir cenaze olduğu anlaşılıyor. Bu her şeyden bihaber veledi daha fazla üzmek gereksiz, nasıl olsa öğrenirim.

      Velibah

      İlerledikçe erimeler sebebiyle geçidin puslu ışığı artarken sonunda geniş bir meydanla sona eriyor. Bu meydan, birçok geçidin birleşme noktası olan zeminindeki karlar ezilmiş veya kürenmiş bir alan. İnsan eseri. Hepsi buraya bağlanmış. Kanallar ve tüneller. Büyük bir örümcek ağının merkezindeyiz.

      İlginç bir şekilde burada tipiden eser yok. Bunun tek sebebi çevresini saran kar yığıntıları olamaz. Köy gerçekten bir çukura kurulmuş olmalı, tabi bu yığıntılar da tipiyi perdeleyen mükemmel ve yüksek bir duvar vazifesi görmüş. Ama bir ihtimal de tipinin dinmiş olması, çünkü gökyüzünün ferahlatıcı maviliği ortaya çıkmış. Az önce, bir an bu maviliği bir daha göremeyecekmişim gibi bir hisse kapılmıştım.

      Aslında karanlık bulutlarla kapalı, yağmur çiseleyen, karakargaların oraya buraya uçuştuğu, çoğu insan tarafından kasvetli olarak nitelendirilen havaları severim. Coşkuyla doldurur bu tür bir hava içimi. İçgüdülerim ise, uzun bir süredir kar ve tipiden olsa gerek, maviliği ve aydınlığı özlemiş meğer. Gerçekten rahatlatıyor bu manzara beni.

      Meydan neredeyse tam bir daire olarak bizimkiyle beraber onlarca geçide açılıyor. Ortalarda kimse yok. Çocuk meydanın tam ortasında, sanki bir an yolu kaybetmiş gibi duraklıyor. Yine çamurlu izler başka bir geçitten çıkıp bizim çıktığımız geçide uzanıyor. Çamurlu izleri mi, başka bir yolu mu takip etmek konusunda karar vermeye çalıştığını sezinliyorum nedense. Hâlâ olayı merak ediyor olmalı. Olayla bu cenaze bağlantılı olabilir. Beni bırakamadığı için gitmediğini anlıyorum.

      Temiz bir yolu seçip yeni tünele dalıyor.

      Karanlık.

      Burası tamamen karanlık.

      Dışarıdan da anlaşılıyordu zaten sebebi. Çevreden kürenen karla bu tünelin üstü kapanmış. Daha kalın bir tabaka ışığı tamamen kesmiş. Gözlerim alışamadığından bir şey göremiyorum ama daha girer girmez iştah açıcı bir koku karşılıyor. Sacda yanan tereyağının kokusu bu… Tünelin sonunda bir ev olmalı. Sofrası kurulu bir ev… İlerledikçe ışık artarken koku da yoğunlaşıyor. Ve karşımızda tam bir ışık dairesi bir anlığına beliriyor. Ama bir şeyin içeri girdiğini görüyorum, yine sadece bir an.

      Gördüğüm şeyi yorumlamaya fırsat bulamadan kıllı bir şey birden üstüme atlıyor. Göremesem de ne olduğunu, suratıma değen ıslak tüylerden bunun bir hayvan olduğunu anlıyorum. Korkuyla, düşünmeden, kendimi arkaya atıyorum. Basarken yumuşak olan kar zemin, sanki düşerken taşa dönmüş gibi beklenmeyen bir sertlikle karşılıyor sırtımı. Sırtımda asılı asker çantası darbenin şiddetini emiyor ama yine de nefesimi kesiyor darbe. Bu acı umurumda bile değil, dehşetle yüzümü ve boğazımı kapatıyorum. Önce oraya saldıracak.

      “Games! Gel buraya!” bağıran çocuk. Hayvan hemen tepki verip üzerimden kalkıyor. Çocuğun kontrolünde olduğu açık olsa da üzerimdeki kıllı ağırlık beni serbest bırakınca tereddütsüz bir şekilde ışığa kadar koşar adımlarla ilerliyorum ve kendimi yere fırlatıyorum. Aklım tehlikenin geçtiğini söylese de bedenim hâlâ savunma tepkileri veriyor istemsizce. Çocuk kahkaha atarak çıkıyor karanlıktan. Peşinden ise bir köpek; siyah kafalı, beyaz burunlu, siyah pantolon ve ayakkabının içine beyaz çorap giymiş gibi bilekli, kabarık tüylü. Sarkıttığı dili ve güleç suratıyla merakla beni izliyor.

      Mustafa içten içten kıkırdıyor. Kaçışım ona çok komik gelmiş olmalı, beni sakinleştirmeye çalışıyor, “Issırmaz gorhma, seni gohlamak istiyo. Daha yapmaz. Danıdığına dohanmaz.”

      Köpek bu defa yere çömelen çocuğun omuzlarına tırmanıp bariz bir şekilde insan gibi sarılıyor. Sonra havayı kokluyor, çocuk arkasından Games, Games diye seslense de oralı olmadan, keskin bir havlamayla çamur izlerinin gittiği delikte kayboluyor.

      Eve ulaşsak iyi olacak, ağır geçen bugünün sonu bir türlü gelmiyor, “Şu sac kokularını takip etsek artık!” diyorum, çocuğun neşesini kaçırmamak için.

      Mustafa’nın keyfi zaten devam ediyor, gerçek bir çocuk gibi az önceki merakını yitiriyor. Kabristan onun için artık yok. Ölümden, bir ilk ölen insan korkmamıştır bir de küçük çocuklar. “Nenem valibah yapmış!” diyerek fırlıyor. Hızına yetişemiyorum, yalnız kalıyorum. İstikametim mecburi.

      İlerledikçe koku artıyor. Sonunda kokunun kaynağına ulaşıyorum, küçük avluya benzer bir açıklığa geliyor geçit ve tahta bir kapıyla sonlanıyor. Gariptir ki artık beni bir iglonun karşılayacağını düşünmeye başlamıştım. Ama karşımdaki şey basit bir tahta bile değil, daha çok el işlemeli bir antika bu kapı. Şu anda bunun üzerinde düşünemeyecek kadar bitkinim. Tunç devrinde yapılmış olması kuvvetle muhtemel tokmağı tıklatıyorum, derin bir tok sesi… İçeriden davet gelmiyor ama kapı açık.

      Yarım