Cihan Aldik

Kursak Kramplari


Скачать книгу

doğurabilirdi. Bir hışımla geldiği “koca evi”nden iki büklüm ayrılmaktan başka çare kalmamıştı. Mr. Monfeller nasıl bir adamdı acaba? Torununa ve züppe oğlunun bir gecelik aşkına merhamet edecek miydi? Hiç değilse bu soruların cevabını öğrenmek için bile beklemeye değerdi. Çıkacak olası menfi bir sonuçta kadın nasıl bir hareket planı belirlemeliydi? Aslında müspet bir sonuç çıkmasını beklemek de çocukçaydı mantıklı düşündüğünde. Neticede bunu tıbben kanıtlamak mümkün değildi ve mahkeme koskoca Monfeller ailesindense “öylesine” bir kadının lafına mı inanacaktı? Evet, üç sene öncesine kadar öylesine bir kadındı ama yaptığı yanlıştan sonra biraz kendine çeki düzen vermesi gerektiğine inanıp maneviyata yönelmişti. Dini esaslara göre yaşamak ona az da olsa bir huzur vermişti. Tabi “esas” olarak kabul ettiği dinin gereklilikleri de kadının eriştiği huzurla eşdeğerdi. Kulaktan dolma bilgilerle ve toplumun çoğunluğunun inandığı dogmalarla huzur ne kadar bulunabilirse o kadar…

      Fatih Sultan Mehmed’in Peygamber’in müjdesine mazhar olabilmek için karadan gemileri yürüttüğü yıllarda dünyaya gelen bir bebe, Osmanlı topraklarında müzikle, su sesiyle tedavilerin yapıldığı zamanlar geldiğinde ortaçağın en önemli ressamlarından biri olmuştu ve bir resim yaptı. Resimde dünyevi hazlar tüm çıplaklığı ile sergileniyordu. Figürler çıplak, ruhlar çıplak, düşünceler çıplaktı. Güya dünya, cennet ve cehennem tasvir ediliyordu. Kuyunun birine bir taş atıldı, çıkarabilene aşk olsun… Çıplaklık, şeytanın aklına bile gelmeyecek şeytanilikler… Ahir zamanın Lut Kavmi, resimde canlandırılmıştı adeta. Mesaj, yoldan çıkanların sonunun cehennem olacağıydı ama mesajdan kimse pek bir şey anlamamış olacak ki, Lut Kavmi’nin bile altından kalkamayacağı yoldan çıkmışlıklar, sonraları vuku bulacaktı. Tabii buna da yoldan çıkmışlık değil sosyalleşme, modernizm, küreselleşme, çağdaşlaşma ve sekülerizm gibi türlü isimler bulacaklardı. Resmin bir yerinde -ki cehennem olarak betimlenen taraftı- anadan üryan bir adamın “geri”sinde notalar resmedilmişti. Burada da müziğe, dünyanın eğlencesine kapılıp gidenlerin sonu cehennem mesajı verilmek istenmişti ya da sanat eleştirmenleri böyle yorumluyordu. Tablonun adı da “Dünyevi Zevkler Bahçesiydi”. Müzik aletleri kullanılarak türlü işkenceler, akıllara zarar sapıklıklarla cehennemin bestesi yapılıyordu. “Dervişin fikri neyse zikri o olurmuş” ya, dünyanın bir yanı müziği tedavi için kullanırken diğer yanı cehennemin giriş bileti olarak yorumluyordu. Yoksa mesajın içinde mesaj mı vardı? Kim bilir nelerin tohumları atılıyordu? Osmanlı topraklarında ruhsal yönden rahatsız olanların tedavisinde etkin olarak kullanılan müzik, önemli bir şifa aracıydı. Aynı yüzyılda Batı’da ise ruh hastalıklarına şeytan çıkarma ayinleriyle, bedene işkenceyle çözüm bulmaya çalışılıyordu. Cesetlerden, kafataslarından ilaçlar yapılmaya çalışıyor, kellesi uçurulanların fışkıran kanlarını sıcak sıcak mideye indiriliyordu.

      Bugünün medeni Avrupası’nın temelleri böyle atılıyordu. Ne hikmetse Monfeller ve dünya nüfusunun %6’lık kısmını oluşturduklarını iddia edenler, yeni dünya planı yaptıkları zamanlarda Amerikan üniversitelerinde müzikle tedavi bir uzmanlık dalı olarak kabul edilip hastanelerde uygulanmaya başlanmıştı. Gelgelelim ölüden DNA testi yapmak halen mümkün değildi. Hal böyle olunca da çocuğun Monfellerin torunu olup olmadığını bilmek mümkün olamayacaktı. Böyle olması da aslında Monfeller’lerin işine gelirdi. Bir takipsizlik kararı ile dava düşer, kadın da çocuğuyla bir başına kalabilirdi. Ya da çocuk bir başına, anne mezar taşına… Monfeller’in uyanık yaveri tüm bunları düşünüp aksiyon alabilecek kıvama geldiğinde işe koyuldu.

      Monfeller Vakfı’nın sosyal sorumluluk, dünya insanlığının faydası ve daha birçok hayırlı (!) amaç güderek destek verdiği kurum, kuruluş ve kişiler bulunuyordu. Tabii parayla satın alma yaftası yapıştırılmaması için de tüm senaryolar hazırdı.

      Amerikan Yüce Mahkemesi 1950’li yılların başına kadar yerleşik değildi. Washington’daki asıl binaya taşınana kadar sürekli yer değiştiriyordu. Yargıçlar bu sıkıntılar nedeniyle uzun süre işlerini evlerine taşımak zorunda kalıyordu. Ta ki Mon-feller Vakfı duruma el atana kadar… Adalet için birileri elini taşına altına sokmalıydı ve Mr. Monfeller taşın altında kesenin ağzını açtı. Çok ciddi bir bağış yaparak Washington’un en büyük binasını Amerika’nın adalet sisteminin emrine sundu. Büyük Amerika’nın yüce mahkemesi adına yakışır olmalıydı. Öylesine büyük bir binaydı ki, yargıçlardan biri, “Burada ne yapacağımız sanılıyor, dokuz fil mi yarıştıracağız” diye sormuştu. Şimdi bu mahkemede Monfeller ailesi sanık olarak yargıçların karşısına geçecekti. Adalet yerini bulsun diye açılan dava görüldü. Ölüden DNA testi yapılamadığından dava takipsizlik aldı ve konu kapandı.

      Gayrimeşru gelin ve çocuk bir başına kalmıştı. Dava sonuçlandığına göre artık Monfellerlerin giriş kısmıyla kaç katlı olduğu bile belli olmayan saraylarının arası yüzlerce metre olan yerleşkelerine yaklaşması dahi mümkün olamayacaktı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Yaşlı kurt minareyi çalıp kılıfını uydurmuştu. Mr. Monfeller’in önemli işleri öyle çoktu ki, mahkeme süreçleriyle bile avukatları ve tabii ki tecrübeli yardımcısı ilgilenmişti. Mahkemeye yapılan yardımı kendi işleriyle alakalı bir yatırım olarak düşündüğünden, mesele kalmamıştı. Bundan önce de zaten ölen oğlunun adını taşıyan üniversitenin temellerinin atılmasıyla alakalı girişimler başlamış, bu girişim onu ziyadesiyle memnun etmişti. Nasıl bir “büyük amaç”ları vardıysa artık, Amerika’nın en şaşaalı binasına sponsorluk yapıp tüm Amerikan medyasının takdirini toplamış olması bile onu bu kadar memnun etmemişti.

      Ölen oğlunun adını lekelemesi ihtimali tamamen ortadan kalkmış, tersine, bunu emelleri uğruna avantaja çevirebilmişti. Tabii bunda yaşlı kurt Anderson’ın payı büyüktü. Ne olur ne olmaz, işini şansa bırakmak istemeyen Anderson dava düştükten sonra da William’ın olası -kendisi için mutlak- çocuğu için bir şeyler yapmak gerektiğine inanıyordu. Zira o da Monfeller kanı taşıyordu ve bu “kansız” aile için kanın önemli büyüktü. Mahkemenin üzerinden bir hayli zaman geçmişti. Anderson kadının peşine düşmüştü. Mahkeme süreçlerinde kadınla alakalı bilgiler toplayıp gizlice peşine adam takmıştı. Kadın ve çocuk hakkında günbegün bilgi ediniyordu.

      Katie, zoraki kabul edildiği baba evinden kiliseye, kiliseden eve bir yaşam sürmeye başlamıştı. İyice maneviyata yönelmişti. Bu durum Anderson’ın dikkatini çekiyordu. “William’la olmasa nasıl olsa başkasıyla olacaktı” duruşundan bir rahibe hayatına geçişi dikkat çekiciydi. Herkesi, hatta dünyayı kontrol altında tutmak bir Monfeller geleneği olduğundan, Anderson’ın Katie’yi gözlem altında tutması çok da şaşılacak bir durum değildi. Ne var ki kadın kendisinden beklenen karşı atağa geçmemiş, bir çılgınlık yapmamıştı. Anderson’ın düşündüğü elbette Katie değil, William’ın minik oğluydu. Her ne kadar mahkeme takipsizlik kararı verdiyse de Anderson takibe devam ediyordu. Gözlemci saat saat rapor hazırlıyor, hangi gün, saat kaçta nerede oluyorsa hepsini bildiriyordu. Hatta kadının parasızlıktan herhangi bir taşıta binmeden kiliseden saatlerce yürüyerek evine gitmesinden sıkılmış, bir ara Katie’yi öldürmeyi bile düşünmüştü. Adi bir trafik kazası tertipleyecek, bunun için de işi para karşılığında hapse girmek olan kolpacıları kullanacaktı. Hepsinin planını yapmıştı. Anderson içindeki şüphelerin tamamen kalkması, William’ın piçinin uzun vadede kontrolü için kadına bir mektup yazmış ve takipçiyle yollamıştı. Bu da adamın fikrinden vazgeçmesini sağlamıştı. Gözcü, mektubu Anderson’dan aldı, Katie’yi takibe başladı. Katie kilisede her zamanki gibi yakarış halindeyken arkasın-daki sıraya yerleşti. Etrafı kolaçan ettikten sonra bir gölge gibi ön sıraya eğilip Katie’nin