çığır açacak olan şirketin düzenlediği davete… Geleceğin Anahtarı’na… Davetli listesinde benim adımın da olacağı kulağıma çalındı da…”
Rauf, Milo’nun sırf böbürlenmek ve kendisini sinirlendirmek için bu konuyu açtığına emindi. Babasının işlerini ve daha da kötüsü sinirlerini bozan şirketin adını duymak bile istemiyordu. Üstelik katılım için Rauf’a ya da ailesine davetiye gönderilmeyeceği de kesindi. Kızgınlığını belli etmemeye çalışarak, “Yolcu taşımacılığında çığır açacağını iddia eden…” diye Milo’nun sözlerini düzeltti.
Masanın çevresindeki çocuklar aralarında mırıldanmaya başladılar. Ama yalnızca bir çocuk hevesle elini kaldırdı. Davete katılacağı için ayrıcalıklı olduğunu düşünüyordu. Ken adındaki bu çocuğun babası, Milo’nun babasıyla eski arkadaştı.
Milo sırıtarak, “Yalnızca geçmişi değil, geleceği de düşünen birilerinin olduğunu bilmek güzel!” dedi.
Kayla, Milo’nun sözlerine aldırmamış gibi görünmeye çalışıyordu. “Ekleyeceğiniz başka bir konu yoksa, önümüzdeki toplantıda buluşmak üzere gündemi kapatabiliriz. Unutmadan, anahtarlara göz atıp fikrinizi söylerseniz memnun olurum. Onları hazırlamak için çok uğraştım.”
Kayla’nın sözünün bittiğini gören Rauf, tokmağı hırsla kütüğe vurdu ve toplantı sona erdi. Yerinden kalkarken kütükte yeni bir çatlak belirdiğini fark etmedi bile. Milo’ya, babasına ya da belki de son zamanlardaki olaylara karşı duyduğu öfkeyi kütükten çıkarmak istemişti.
Çocuklar barakadan ayrılırken, Eris kapıda oyalandı. Rauf, Kayla’nın eline tutuşturduğu kitapları düşürmemeye çalışarak, bisikletin arkasına yüklüyordu. Eris, arkadaşını mutsuz görmekten bıkmıştı. Şu davete biz de katılabilsek hiç fena olmayacak, diye aklından geçirdi. Ardından düşünmesine yardımı olacağını umarak derin bir nefes aldı. Ama korunun temiz havası bile işe yaramadı.
3. BÖLÜM
GELECEĞİN ANAHTARI
Yukarıya doğru daralan bir silindiri mi, yoksa yukarı doğru gerektiği şekilde daralmayan bir koniyi mi çağrıştırdığı tartışılan bina, şehrin göbeğinde bulutlara doğru yükseliyordu. Bilinen tüm geometri kurallarını hiçe sayarak inşa edilen binanın şeklini tarif etmek imkânsızdı. Ancak bütün mimarların ortak fikri binanın mimarlıkta devrim yaratmış olduğuydu. Önünden geçen herkesin hayranlıkla süzdüğü yapının insanı sanki hipnotize eden bir etkisi vardı. Profesörlerin geometrinin bütün temel ilkelerini yeniden incelemesine bile neden olmuştu. İki yandan helezon merdiven gibi çevresini saran ve binanın tepesinde birleşen çıkıntı ise yapı kadar ilginçti. Çünkü çıkıntının üzerine oturtulmuş, insanın içini ürperten vahşi yaratık heykelleri göz kamaştırıcıydı. Üstelik heykeller çok eski zamanlara aitti. İşte bu yüzden yapının geçmişin harikalarıyla geleceğin üstünlüğünü birleştirdiğini savunanlar bile vardı.
Eğer binanın girişinde GELECEĞİN ANAHTARI yazmasaydı, Rauf’u da etkileyeceği kesindi. Ancak bu iki kelime yüzünden o etkileyici yapı, her önünden geçtiğinde, Rauf’u umutsuzluğa sürüklemekten başka bir işe yaramıyordu. Rauf’un ailesi için geleceğin anahtarı değil, geleceğin kâbusu gibiydi.
Binanın en üst katındaki oldukça geniş ofiste bir grup takım elbiseli adam, oval masanın çevresinde toplanmışlardı. Şirketin gerçekleştireceği ilk yolculuğun detaylarını konuşuyorlardı. Hepsinin, özellikle masanın başında oturan adamın keyfi yerindeydi. Geleceğin Anahtarı şirketinin kurucusu Bay Santini, kendini dünyanın gelecekteki hâkimi olarak görüyordu. Uzun zamandır üzerinde çalıştıkları proje kısa bir süre içinde gerçekleşecekti.
O sırada, oval masanın çevresindekilerin keyfini bozmak istermiş gibi endişeli görünen bir adam içeri girdi. Bay Santini’ye yaklaştı. “Hemen konuşmamız gerekiyor.” diye fısıldadı.
Bay Santini, projeyi yürüten profesörü karşısında görünce pek de sevinmemişti. Yaşlı profesörün böyle haber vermeden çıkıp gelmesi iyiye işaret değildi. Yüzünde anlamsız bir sırıtışla, “İzninizle beyler…” dedi. Sinirleri gerildiğinde yüzünün aldığı o ifadeyi fark etmeyen diğer adamlar aralarında konuşmayı sürdürüyorlardı.
Bay Santini masadan kalktı ve profesörle birlikte camın önüne yürüdü. Aslında camdan duvara demek daha doğruydu. Şehir, ayaklarının altından kayıp gidecekmiş gibi duruyordu. Görkemli ağaçların ve bir ahtapotun kollarını andıran nehrin kıvrımlarının, binaların cam duvarlarındaki yansımaları görmeye değerdi. Ama ne Bay Santini ne de profesör bu etkileyici manzaranın tadını çıkaracak durumdaydılar.
Profesör, “Yolculuğu ertelemeliyiz!” diye fısıldadı. Oval masadakilerin konuştuklarını duymadıklarına emin olmak için o tarafa göz atmayı da ihmal etmedi. Projeye yatırım yapan büyük şirket sahiplerinin ve tanıtımını yapacak televizyon kanallarının yöneticilerinin, söylediklerini duyması projenin sonu olurdu.
Bay Santini, “Delirdiniz mi siz profesör!” dedi. O da alçak sesle konuşuyordu, ama yine de sesinin tıslar gibi çıkmasını engelleyememişti.
Profesör derin bir nefes aldı. “Çok önemli bir sorunla karşı karşıyayız. Çözmeden yolculuğu gerçekleştirmeyi uygun bulmuyorum.”
Bay Santini yan gözle masadakilere baktı. Adamların keyfi hâlâ yerindeydi. Neler olup bittiğinin farkında değillerdi. Ardından ciddi bir ifadeyle, “Yaşamsal bir tehlike mi söz konusu?” diye sordu.
Profesör, “Yolculuklar sık tekrarlanırsa olabilir.” dedi. “Her şey yolcuların genlerine bağlı.”
Bay Santini gözünü camın ötesine, görebileceği en uzak noktaya dikti. “Yolculuğu ertelemiyoruz. Bu bizim sonumuz olur. Şu an için hayati tehlike yaratmıyorsa sorun yok demektir. Siz aksaklığı bir an önce gidermek için gece gündüz çalışın.” Son sözü söylemişti. Profesörün şaşkın bakışları altında yeniden yüzüne yerleştirdiği o sırıtışla masaya döndü. Profesör ise ne yapacağına karar veremeyip bir an tereddüt ettikten sonra, çaresizce laboratuvarına dönmek üzere kapıya yöneldi.
4. BÖLÜM
CAN SIKICI BİR GÜN
Dört katlı okul binasının önü doluydu. Kapının açılmasını bekleyen çocukların çıkardıkları gürültü kilometrelerce uzaktan duyulacak gibiydi!
Rauf, bisikletini okulun arkasındaki parka bırakıp nefes nefese ön kapıya koştu. Bisikletini tüm okula göstermek için resmigeçit yapmasına hiç gerek yoktu! Kısa bir süre soluklandıktan sonra başını kaldırdı ve taş yapıya şöyle bir göz attı. Burayı seviyordu, kendini evinde gibi hissediyordu. Böyle hissetmesinin asıl nedeni, buranın da evi kadar eski oluşuydu. Geniş taş merdivenler kırıklarla doluydu, ahşap mobilyalar dökülüyordu, çatıdaki kiremitlerin hemen altında yediuyuklayanlar yuva yapmıştı. Yapının tek modern yanı dışarının ısısına göre kalınlaşan ya da incelen pencere camlarıydı. Kimi yenilikçi velilerin ısrarları üzerine birkaç yıl önce değiştirilmişti. Rauf, keşke çıkarılan camlardan birkaçını saklayasaydık, diye içinden geçirdi. Barakada bir daha kırık camlar sorun olmazdı.
Camlar, okulun içini güneşin ilk ışınlarıyla doldurmak için incelirken Eris çıkageldi. Bir yandan esneyerek, “Okula başlamanın en güzel yanı, sabahın köründe uyanıp derse yetişmek!” dedi.
Rauf tam arkadaşını onaylamak için ağzını açmıştı ki, Kayla’nın neşeli sesi ortalıkta çınladı. “Senin gibi uyuşuğunu da görmedim.”