kardeşin en büyüğüydü. Bir gün, antropoide sorduklarının benzerini kardeşlerine de sormuştu. Ne demek istediğini anlamıyormuşçasına bakmışlardı Atlas’a. Ardından da o gün tarlada yaptıklarını anlatmaya devam etmişlerdi.
Atlas yanında getirdiği, patatesten oluşan öğününü yemeye koyuldu. Son günlerde patatesten başka bir şey yiyemez olmuştu. Oysa kardeşlerinden, iyi mahsul toplandığını duyuyordu. Onca şeyi kim yiyordu? Antropoitler mi!
Kafasındaki soruları savuşturmaya çalıştı. İlerideki kayalıklara ve gözleriyle aynı renkteki uçsuz bucaksız uzanan maviliğe bakıp yemeğini bitirdi. Fabrikaya dönmenin vakti gelmişti. Anlamak için saate ihtiyacı yoktu. Öğle paydosu, fabrikadan kıyıya gidip geldiği ve yemeğini yediği zaman aralığı kadardı. Her gün aynı şeyleri yapınca sanki beynin komut vermesine gerek kalmıyordu. Beden otomatik olarak hareket ediyordu. Uyan, çalış, yürü, yemek ye, uyu…
Ayağa kalktı. Üstüne yapışan kumları silkelemeye koyulduğu sırada gözüne bir şey takıldı. Az ileride, kumların arasındaydı. Kıyıya sık sık ya yosun ya da denizanası ölüsü vururdu. Bu da yosun yumağına benziyordu ama diğer yandan parlıyordu da. Atlas merakına yenilip yakından bakmak istedi. Önce gözlerini etrafta gezdirdi. Öğle paydosunu kıyıda geçirmeye başladığı ilk günlerde, muhbirlerden biri tarafından izlendiğini fark etmişti. Ancak her gün aynı sahneyi kaydeden muhbir, bir süre sonra bu takibi gereksiz bulmuş olmalı ki peşini bırakmıştı.
Atlas tehlike olmadığına karar verince gidip nesneyi aldı. Üstüne yapışmış yosunları ve kumu temizlediğinde ortaya çıkan şeye şaşkınlıkla baktı. Dikdörtgen kutuyu evirip çevirdi. Denizden çıkabilecek en acayip şeydi. Onu orada bırakamazdı. Fabrikaya gecikmemek için kutuyu, hızla çıkardığı ceketiyle sarıp koltuğunun altına sıkıştırdı.
Çalıştığı han ailesinindi. Yakınında yerleşim bulunmayan, yol üstünde bir yerdi. Az parayla karnını doyurup geceyi geçirmek isteyenler uğrardı buraya. Müşterileri genellikle tüccardı. Kimi zaman parası çıkışmadığından ödeme yapmamak için hır çıkaranlar olurdu. Kimi zaman ise para vermek yerine, konaklama karşılığı elindekini takas etmek isteyenler… Babası hır çıkaranı kapıya koymasını bildiği gibi, ihtiyacı olana yardım etmesini de bilir, takas edeceği her neyse geri çevirmezdi. “Zor zamanlar.” derdi. “Herkes yaşam mücadelesinde.”
Annesi bu sözler karşısında köpürürdü. “Biz sanki mücadele etmiyoruz! Bugüne dek takas ettiğin hangi hırdavat işimize yaradı!” Söylenirken bir yandan iş yapmaya devam ederdi. Kaybedecek bir dakikası bile yoktu.
Ugo elindeki patates çuvalını mutfağın taş zeminine bıraktı. Birkaç odunla sobanın ateşini canlandırdı. Üstünde bayat ekmekler kızaracaktı. Annesinin sözlerini haksız bulmuyordu. Diğer yandan, babasının sobanın arkasındaki boşluğa yığdığı, takas edilen eşyaları merakla incelemekten geri kalmazdı. Adamcağız böylelikle onları karısının gözünün önünden uzak tuttuğunu sanıyordu. Ugo’nun ağzının kenarında alaycı bir gülümseme belirdi. Elbette annesi, hırdavat dediği şeylerin nerede istiflendiğinin farkındaydı. Ama bir de bunun için söylenmeye hâli yoktu.
Ugo, annesi mutfağa gelmeden yığını eşelemeye başladı. Bir defasında aralarından bir düdük çıkmıştı. Paslı bir çakıyı da pasını temizlemek üzere kenara ayırmıştı. Ağaç dallarını yontup şekil vermeyi seviyordu. Tam annesine hak verip, hırdavattan başka bir şey yok, diye düşünürken yığının yan tarafına kaymış duran kutu dikkatini çekti.
Boydan boya işaretlenmişti. İşaretin, kontrol görevlilerince verilen onay olup olmadığını anlamak için kutuyu eline aldı. Babasının takas konusunda tek titiz davrandığı konu buydu. Onaysız eşya kabul etmezdi. Tüccarların gitmediği yer yoktu. Bu yüzden çantalarında muhbirlerin gözünden kaçan, kayıtsız eşyalar bulunması mümkündü. Babasının bir gecelik konaklama karşılığında, başını derde sokacak bir eşyayı takas etmeye niyeti yoktu.
Ugo işaret sandığı şeyin yanık izi olduğunu anladı. Kutunun bir kenarı sobadan yayılan ısıyla erimişti. Kutuyu hafifçe salladı, boş değildi. Açık olan tarafını yere doğru eğdiğinde, içinden kayıp düşen paket duyduğu heyecanı arttırdı. Mutfak kapısına göz atıp kimsenin gelmediğine emin oldu. Hızlı hareketlerle, sıkıca sarılmış paketi açtı. Paketten çıkan şeyin ne olduğunu anlamasına fırsat kalmadan annesinin seslenerek mutfağa yaklaştığını duydu. Kadın mutfağa girmeden, nesneyi gömleğinin içine sıkıştırdı. Paketle kutunun kalanını sobaya attı. Tam zamanında davranmıştı. Annesi, “Sobanın ateşini mi canlandırıyorsun?” diye sorunca başıyla onayladı.
Akşam fabrika paydos ettiğinde karanlık çökmek üzereydi. Artık işe yaramayacak maddeleri imha etmekle görevli bir grup genç, içinde ateş yanan varillerin etrafında kümelenmişti. Fabrikaya herkesten önce gelir, evlerine herkesten sonra dönerlerdi. Fabrikanın en vasıfsız işi onlarındı. Hepsi Atlas’la yaşıt sayılırdı. Ama Atlas hiçbiriyle konuşmazdı. Yaptıkları işi küçümsediğinden değil; zorunlu kalmazsa kimseyle konuşmazdı. Her akşam yanlarından sessizce geçip evinin yolunu tutardı. Belki de iri yarı oluşu ve ciddi duruşu diğerlerinin de ona yaklaşmasını engelliyordu.
Ancak anlaşılan o akşam içlerinden biri cesaretini toplamıştı. Kızın adı Ladin’di. Aslında Atlas’ı uzun zamandır tanıyordu. Fabrikaya geliş gidiş saatlerini, paydosları kıyıda geçirdiğini biliyordu. Önce etrafına bakındı; fabrikanın boşalıp boşalmadığını kontrol eden antropoitler yeterince uzaktaydı. Atlas’ın karşısına geçti. Bir an duraksadı, ne diyeceğini bilemedi. Gözü kolunun altına sıkıştırdığı cekete kaydı. Sırf bir şey söylemiş olmak için, “Üşümüyorsan, onu ben alayım.” dedi.
Atlas cevap vermeden yoluna devam etmek yerine, durdu. Kızın gerçekten ceketine ihtiyacı olup olmadığını düşündü. Gerçi onun üstündekinin de Atlas’ın eski püskü ceketinden bir farkı yoktu. Kızın niyeti huzursuzluk çıkarmak mıydı? Öyle bile olsa, Atlas durumu antropoitlere bildirmeyi ne kendine yedirebilir ne de göze alabilirdi. Ceketini kolunun altında daha çok sıkıştırdı. Arasında hâlâ o gün kıyıda bulduğu kutu vardı. Bu hareketi sadece kızın değil, oradaki başka birkaç gencin daha dikkatini çekmişti.
Aralarından biri yanlarına geldi. “Fabrikadan izinsiz bir şey mi aldın?” deyip birden cekete asıldı. Atlas’ın kolunu hızla geri çekmesiyle kutu ceketin arasından sıyrıldı. Üçü de o an yerdeki kutuya bakakaldı.
Genç, Atlas’tan önce davranıp kutuyu varilin içine attı. “İşe yaramayan şeyleri ne yapıyoruz?” derken sırıtıyordu.
Atlas göz ucuyla antropoitleri kontrol etti; olanları fark etmemişlerdi. Ani bir hareketle varili devirdi. Karşısındakinin sırıtışı yüzünde donup kaldı. Erimeye başlayan kutu, birkaç atıkla birlikte dışarı fırlamıştı. Atlas hiç duraksamadan, bir kısmı yanmış kutuyu aldı. O sırada elini sardığı ceketinin bir kenarının yanmasını umursamamıştı bile. Tek laf etmeden hızlı adımlarla oradan uzaklaşmaya başladı. İşi uzatmayacaklarını biliyordu. Birim’dekilerin hiçbiri ne antropoitlerin ne de muhbirlerin dikkatini çekmek isterdi. Zaten Atlas arkasına baksaydı, gencin diğerlerinin yardımıyla varili kaldırdığını görecekti. Ladin’in ise üzgün bir ifadeyle baktığını… Çünkü kızın amacı Atlas’ı zor duruma düşürmek değildi. Sadece çalıştığı gruptaki kaba saba gençler dışında biriyle konuşmak istemişti.
Atlas eve dönmeyip yine kıyıya yöneldi. Öğlen yemek yediği yere vardığında nefes nefese kalmıştı. Ama koştuğu için değil, duyduğu korkuyla karışık heyecan yüzünden…
Kumların