Dilek Yılmaz

Valeria Bunu Anlayamaz


Скачать книгу

Yılmaz

      Valeria Bunu Anlayamaz

      Dilek Yılmaz

      1974’te İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde tamamladığı lisans öğreniminden sonra Maltepe Üniversitesi Endüstri ve Örgüt Psikolojisi tezli yüksek lisans programını bitirdi. Öyküleri Notos, Pathos, Gamlı Baykuş, Edebiyatist dergileri ile Oggito’da, kitap incelemeleri ve söyleşileri bazı edebiyat ve haber sitelerinde yayımlandı. Adil ve özgür düşlere kum tanesi taşımaya devam ediyor.

      Solo Taksim

      “Bir kanyak daha içer misin,” dedi.

      İstiyordum aslında.

      “Geç oldu, kalkalım mı?”

      Vestiyere bıraktığı montunu almaya giderken ben kapıya çıkıp sigara yaktım. Onu beklerken evliliğin ikiyüzlülüğü üstüne söylediklerini düşünüyordum. Yanıma geldiğinde montu üstünde yoktu, burnundan soluyordu.

      “Şerefsizin biri yürütmüş.”

      “Yanlışlıkla almıştır, kaçtır geldiğimiz yer.”

      “Bildiklerinden kork sen asıl.”

      Tembelce aralanan dudaklarından çıkan alaycı tınıyı, baş edemediğinde insanlarla arasına koyduğu duvarın yankısından artık tanıyorum.

      “Numaranı bıraksaydın. Biri sarhoş kafayla alıp gittiyse geri getirir.”

      Bir an yüzüme cevap verecek gibi baktı. Konuşmadı. Olduğu yerde huzursuzca kıpırdanıp karşı barın inmiş kepenklerine bir tekme attı sonra. Kapı önünde sigara içerek demlenenler gözucuyla süzdü bizi. Benim dışımda şaşırmış görünen kimse yoktu. Etrafa bakınırken mekânın girişindeki korumalardan biriyle göz göze geldim. Başını hafifçe oynatarak yolu gösterdi bize ya da bana öyle geldi.

      “Gidelim mi artık?”

      Cevap vermeden anayola doğru ağır adım yürümeye başladı. Peşine takıldım. Sürekli değişen ışık yansımalarında gölgesi dev gibi önümüze serilip kalkıyor, kendiminkini göremiyorum. Bir ara cebinden sigara çıkarıp ateş istedi. Çakmağı yaktığımda tutturabilmek için durup epeyce eğildi. Başımın omuzuna bile gelmediğini o zaman fark ettim.

      Yol boyu yükselip alçalan gevşek kahkahaların ahenksiz korosu sokağın başındaki kemancının sesini bastırıyor. Adımları hızlandığından mı, caddeye yaklaştığımızdan mı bilmiyorum, yürüdükçe kalabalık da büyüyor. İnsanlar yanımızdan geçerken bize yaklaştıkça ona sokuluyorum. Yaklaşmak tedirginliğimi azaltmıyor. Erdem’in bıçaklandığı barın önüne geldiğimizde, “Dursana,” dedim. Niye diye sormadan durdu. Bir kez daha anlatmak geldi içimden. Pistin kenarında usulca dans ederken kıçımda yakaladığım el, diyecektim. Sıçrayarak döndüğümde adamın yüzüne oturan o pis sırıtış. Erdem’in bardan fırlayıp adamın çenesine yapıştırdığı yumruk. Havada uçuşan küfürler ve yanıp sönen spotlar altında parıldayan sustalı. Sonrası Taksim İlkyardım. Gazetelere göre, “Gece kulübünde kız kavgası”. Benim yerime barda duran daha güzel bir kızın fotoğrafıyla dolaşıma giren gece haberi. Üstüne dört yıllık yalnızlığım…

      Anlatmadım elbette. Ölü bir erkekle sıradan bir kadının hikâyesinin kimsenin hayatında yeri yoktu, biliyordum.

      Barın önünde bir kadın eğilmiş kusuyor. Midem bulandı. Her şeyden.

      “Devam edelim,” dedim.

      Hızlanarak nefes nefese caddeye vardık. Geçen ilk taksiyi durdurdum. Geceyi bitiriyorum. Omuzumu hafifçe iterek beni uzaklaştırdı. Bir an duraksadım.

      “Sabah duruşmam var.”

      “Benim de.”

      Sesinde hukuksuzların rahatlığı, içimde çırpınan “gitme, kal” sesi… Camı aralayan şoföre doğru eğilip, “Kusura bakma kaptan, devam et,” dedi. “Yürüyeceğiz biz.”

      Gümüşsuyu tarafına doğru döndü adımları. Peşinden gideceğimi biliyordu. The Marmara’nın önünde biraz yavaşladı. Birbiriyle el ele tutuşmuş iki porselen suratlı kızdan biri, yanımdan geçerken kazanmaya alışık bir bakışla süzdü onu. Güzelliği kendi halinde bir ödül gibi yaşamak yetmiyor kimisine, her an bakılmalı ki, başkasının da cezası olsun. Başını hafifçe çevirdi, kızla sinsice kesişirken göz göze geldik.

      “Sen devam et istersen, ben kendim giderim.”

      Bunu duyunca belli belirsiz bir gülümseme yayıldı yüzüne.

      “Montun da yok,” dedim. “Üşümüyor musun?” Laf olsun. Eksik dosyaya bakar gibi baktı yüzüme. “Yürüyelim işte,” dedi sonra yine. O anda anladım, bunun onun davası olduğunu.

      Yokuş aşağı yürürken adımları yavaşladı.

      “Yürüdükçe ısınıyor insan.”

      Bunu derken cebinden kanyak şişesini çıkarmış, yudumlamaya devam ediyor. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım adımlarımı onunkine uyduramıyorum. Otelin önünde peşime takılan köpek bir türlü gitmiyor. Bazen tam arkamda, beni izleyerek. Bazen yanım sıra. Kuyruğu bacağıma her sürtündüğünde irkiliyorum. Korktuğumu anlasın istemiyorum. Bir ara önümüze geçip hızlandı. Parka yaklaştık. Merdivenlerin başında durdu. İçeriden başka köpek sesleri geliyor. Kulaklarını dikip bir süre bekledi. Gider dedim, gitmedi.

      Devam ediyoruz. Köpek birkaç adım geriden beni izliyor.

      Dolmabahçe’ye vardığımızda terden boynum ıslanmıştı. Atkımı çözerken, “Parfümün güzel kokuyor,” dedi. Cevap vermedim. Bir cevabım olsun istemiyordu zaten. Yol boyu konuşmadan yudumladığı kanyağı yarılamış.

      Formalı bir grup sarhoş bağıra bağıra marş söyleyerek geçti yanımızdan. “Kazanmak güzel,” dedim. Omuzunu silkti. Yakınlaşmıştık. Bir an onu öpmek istedim. Orada durup sarılmak… “Orospu çocuğu,” diyerek söylenmeye başlayınca vazgeçtim. Anlamadım önce. Yola bakmaya devam ediyordu saydırırken. “Bırakmam ama ben o herifin peşini,” diyene kadar kime küfrettiğine dair hiçbir fikrim yoktu.

      Yoruldukça ağırlaşmaya başladı adımlarım.

      “Yavaşlasana.”

      Durdu. O durunca ben de durdum. Köpek de. Yakından başka köpek sesleri geliyor yine. Arkamızdaki de onlara havlayınca sıçradım olduğum yerde. Tam o anda elimi tuttu. Öylesine, sanki sırası gelmiş alelade bir hareket gibi yaptı bunu. Nemi soğuktu avucumun. Elleri kuru sıcak. Yola bakıyor hâlâ. Parmaklarımı gevşeterek elini usulca bıraktım. Yeniden yürümeye başladık. Aynı anda. Ayaklarımıza bakıyorum. Kar yağacak sanki, ağzımı aralarken buhar çıkıyor. Yolu çoktan yarılamışız.

      “Hayatında biri var mı?”

      En iyi bildiği soruymuş gibi ezbere cevap verdi.

      “İlişki yok, kadınlar var.”

      Merak ediyordum. Kim olduklarını. Neye benzediklerini. Boynu ejderha dövmeli, kestane rengi saçlarının bir yanı kazınmış, buğday tenli bir kadın geldi aklıma ilk, nedenini bilmiyorum. Dalgalı kızıl perçemi yüzünün çillerine değen başka bir kadının silueti göründü sonra. O ayazda açıkta kalan göbek deliğinin gümüş küpesi esmer teninde parıldayan bir kadın ikisini de eliyle itti. Rengârenk kadınlar birbirine meydan okuyan dik ve umursamaz halleriyle ağaçlık yolun iki yanına uzun ve heybetli gölgeleriyle dağıldı.

      “Biliyor musun, ben ilk kez birinin yanında huzur duyuyorum,” dedi.

      Bunu derken bile sicim gibiydi sesi, büroya geldiği ilk günden beri onu hiç gülerken görmedim.

      “Sinem’den sonra düzenli ilişkim olmadı.”

      “Sinem kim?”

      “Eski manitam.”

      “Niye ayrıldınız?”

      “En yakın arkadaşımla aldattı.”

      “O kadar mı?”

      “O kadar.”

      Elindeki şişeye doğru uzandım.

      “Versene şunu biraz.”

      Durdum. Büyükçe bir yudum aldım kanyaktan. Gözünü yoldan ilk kez ayırdı.

      “Bu yüzden