duyduğum an hissettiğimden beter bir öfke yayıldı içime. Rüyalardaki gibi, bağırmak istersin, sesin çıkmaz…
“Tedavi…” diyecek oldum, durdurdu beni.
“Zahmetine değmez.”
Hiçbir sorunun, hiçbir yanıtın anlamı yok. Aptalca bir şey söyleme ihtimalinden çok korkuyorum.
Sustum. O da sustu. Uzunca.
“Geç oldu. Kalkalım mı?”
Arabanın anahtarını elimden aldı.
Ağır adım yürüyoruz. O sakin.
Arabayı da yavaş sürüyor. Konuştuğu gibi, yürüdüğü gibi. Olduğu gibi değil. Ölecek biri gibi de. Evi geçtiğini bir üst sokağın başına geldiğimizde fark edip durdurdum. Birlikte kim bilir kaç sefer geçtiğimiz iki sokağı geri yürüdük.
“Burası…”
“Yıkılıp yenilendi geçen yıl.”
Yol üstünde park edip önüm sıra arka bahçeye koşturdu. Biliyorum, ceviz ağaçlarına bakacak. “Otopark oldu,” diye seslendim arkasından. “Önce ağaçlar kesildi, hâlâ inanmamıştım. Bahçenin öldüğünü kediler gidince anladım.”
“Leo da üstüme yatıp mırlıyordu, biliyor musun,” dedi. “Geceleri üstümden atıyordum artık. Sonra kayboldu. Doktora gittiğim gün anladım.”
Binaya girdik.
“Asansör iyi olmuş, beş kat zor oluyordu.”
Eve girince mutfağa yöneldim, peşimden geldi. Sağa sola bakınıp kahve kavanozunu elime aldığımı görünce durdurdu beni.
“Bira mı?”
“Ergenler içsin onu bu saatte, şarabın var mı?”
Başımı salladım.
Sigara da istedi. Beste’ye hamile olduğunu öğrendiği günden beri içtiğini hatırlamıyorum. Kadehleri doldurdum. Birini alıp elinde çevirdi. Benim gibi bodoslama dikmiyor kafasına. Kokluyor. Diliyle yokluyor. Ağır ağır yudumluyor sonra.
Side’de evden uzak ilk tatil akşamımızdaki gibi, olduğundan büyük ve yavaş yaşadığımız bir sarhoşluğa süzülürken sordu.
“Beste’ye sen anlatır mısın?”
Kafam içki kasası boşaltmış kadar ağır. İçinde takvim sayfalarını sırasız yırtan, birbiriyle bağlantısız fotoğraflar uçuşuyor. Birinde voleybol kupasını almışız. Kaptanımız Eda. Havaya kaldırırken göğsümün kabartısı kupadan büyük, sevinçten ağlıyoruz. Öbüründe daha taşınmamışlar. Beste kuvözde, ölecek sanıyoruz, Selim münasebetsizi o günü bile çekmiş. Ceyda, Eda, ben Side’deyiz bir başkasında, fotoğraf bok gibi ama öyle uzun sürmüş bir hayali yaşıyoruz ki mutluluğumuz flu durmuyor.
Düşünüyorum şimdi, dün nasıl bugünden daha yakın olabilir ki bir âna…
“Selim’i biliyorsun, yüzleşmez. Beste bir süredir benimle konuşmuyor.”
Burası tuhaf geliyor.
“Hastalığımı öğrenmeden evvel âşık oldum ben, Selim’le de bu yüzden ayrıldık.”
“Ne var bunda canım, boşanan ilk çift misiniz?”
“Terk ettim ben Selim’i. Öyle. Bir anda. Bilemiyorum ya da belki on yedi yılda. Hikâyenin sonu ya da başı işte. Beste affetmedi beni.”
“Suç değil bu.” Babasının ne mal olduğunu bilse diyemedim.
“Öyle değil işte. Çocuğun olmayınca anlamak zor.”
Öyledir belki, bilmiyorum. Elime doğmuş, yüzümü hatırlaması artık zor bir çocuğa bunu anlatıp anlatamayacağımı da bilmiyorum. Hem neyi anlatacağımı da. Annesinin öleceğini mi. İlişkilerin başladığı gibi gitmediğini mi. İnsanın neden ve nasıl âşık olduğunu mu.
Ceyda yapabilirdi.
Kadehleri tazeledim.
Sesinin tınısı tuhaf. Kıt kanaat yabancı diliyle turiste laf anlatan biri gibi, kendini duymuyor sanki konuşurken. Adamı anlatıyor. İsmi yok. Biçimsel bir ayrıntı da yok anlattıklarında ama zihnimde zorlanmadan çizebiliyorum onu. Belirginleştikçe resim hoşuma gitmiyor.
Öksürmeye başladı. Su verdim. Bir eli bardakta, öbürüyle elimi tuttu.
“En zoru Selim’le konuşma faslıydı. Biliyor musun, giderken bütün adamlar birbirine benziyor.”
Biliyorum. Fırsatını bulduğunda aslına rücu eden adamın bütün günahlarının elverişli bir mağduriyet hikâyesiyle aklanmasını da, şeytanlaştırılan kurban kadının kucağına bırakılan suçluluk hissini de gayet iyi biliyorum.
“Yeni şişe açayım mı,” diye sordum.
“Burdan dönmek ayıp olur.”
Aklıma düşüyor birden.
“Ne kadar kalacaksın?”
“Pazartesi dönmeliyim. İşleri devrediyorum hâlâ.”
Ben olsam o fabrikayı patronla beraber yakardım. Düşündüğümü duymuş gibi, “Patronun allah belasını versin de, ceremesini çocuklar çeksin istemiyorum,” dedi.
Çekinerek soruyorum. “Ceyda’yla görüşmek ister misin?”
“İstemem.”
Tereddütsüz söylüyor bunu, üstüne düşünmüş.
Şimdi, burada, tam şu anda, o değildi, bendim, desem… Açıklık gerçekten kendi açtığı yarayı kapatabilir mi?
İki gün. Sadece iki. Nasıl geçirmeli. Sormaya fırsat vermiyor.
Bağı çözülmüş sır gibi saçılarak dökülüyor sözcükler ağzından. Yere düşerken kaskatı, taşlaşıyorlar.
“Adam ne oldu,” diyecek oluyorum.
“Uzatmalı bir ilişkisi vardı öncesinde, ona döndü.”
O anda, benim doğduğum, annemin öldüğü ev yıkılırken bahçedeki ceviz ağaçlarına dalan kepçe dev dişlerini toprağa geçiriyor sanki içimde.
“Baş edebilecek biri değildi zaten. Bazen bunun bir ceza olduğunu düşünüyorum.”
Kadehi elimde sıktım, hangi suç diye soramadan. Fırlattım duvara. Kırılan bir parça, duvardan sekip bize döndü. Ben savrulan cam parçalarından kendimi sakınırken o kıpırdamadı bile. Acayip bir desen oluştu duvarda, şarap süzülürken.
Bir süre boş boş duvara baktık.
Telefonu eline aldı sonra.
“Yarın işin var mı?”
Var ama yok.
“Yedide Milas’a yetişir miyiz?”
Arabayla daha yakın bir yere gitmeyi önerdim önce. Jeton sonra düştü, ağaçlara sarılacak.
Biletleri aldık. Adımızı doğru yazabildik mi bilmiyorum.
Duvara bakıp, “Güzel oldu bak,” dedi. “Üst tarafı okulun armasına benzedi.”
Baktım, benziyor gerçekten. Aptal gibi gülüyoruz.
Ayağa kalktı, “Live is Life”ı mırıldanıp dans etmeye başladı. Eliyle tempo tutuyor bir yandan. Sesi gitgide yükseliyor. “Tanrı yok, müzik var,” diye bağırdı bir ara. Delirdiğini düşünüyorum. Zil çalıyor sanki. Kantin kokuyor burnuma. Susamlı sandviç arası karışık tost. Şimdi dersi kırsak rahibelerin eli kulağındadır. Hangi yıldayız? Delirdiğimi düşünüyorum.
Duvara