silahlarına davrandılar. Çoğu da pantolonunu çekti. Diğerleri aceleyle kılıçlarını kınından çıkardı. “Yakalayın!” Saldırıya geçtiler.
Sendeleyerek uzaklaşırken çantamın askısı bir dala takıldı. Çantayı çekiştirdim ama bir türlü kurtaramadım. Eskiz defterim o çantadaydı ve Papa’yla görüşürken çizimlerin yanımda olması gerekiyordu. Kutsal bir adam görünmeyen ruha inanabilir, ama bir papa bile yeteneğine dair bir kanıt görmeden bir ressama inanmaz. Kilidi zorlayıp çantanın kapağını açtım. Orsinilerin gürz sallayan iki adamı yaklaştı. Elimi çantaya soktum – içinde gümüş paralar vardı, neden beş tanesini almayı düşünmemiştim? Derken, parmaklarım eskiz defterime ulaştığında, adamlardan biri kolumu yakaladı. “Yakaladım seni.” Nefesi çürümüş et kokuyordu.
Şans eseri üzerimde ipek bir gömlek vardı, bu yüzden beni tutan eli kaydı. Kolumu gömleğimin yeninden sıyırdım, adamın kirli parmaklarında kalan tek şey içi boş ipekti. Serbest kaldım; adamsa kükreyip gömleğimin yırtık kolunu bir savaş bayrağı gibi havada salladı.
Hiçbir zaman en hızlı saray mensubu olmadım ama o gün, eskiz defterime sımsıkı sarıldım, kütüklerden atladım ve köklerin üzerinden sıçradım. Kendimi harika hissediyordum – bu tür adamlardan kaçabilecek kadar güçlü ve hızlıydım – ama arkama baktığımda beni kovalamadıklarını gördüm. Çantamın etrafına toplanmış, madeni paralarımı sayıyorlardı. Beni değil paramı istiyorlardı. Ama eskiz defterim bendeydi ve o zamanlar önemli olan tek şeyin bu olduğunu düşünmüştüm.
Roma’ya ilk gelişiniz hangi yıldı? Va bene, ama o zamanlar yedi muhteşem tepenin üzerinde parlayan mermer metropol değil, her tarafını yabani otlar bürümüş, yarısına kadar tozlara gömülmüş yıkık dökük binalardan oluşan bakımsız bir mezarlık gibiydi burası. Ebedi Şehir’e girdiğimde gördüğüm ilk şeylerden biri sokakta, bir ilmiğe asılı duran cesetti. Ceset çırılçıplaktı, derisi çivit mavisiyle sıvanmış alçıtaşı rengindeydi ve gözlerinin akı bozuk yumurta sarısı gibiydi. Asıldığına göre onun bir suçlu olduğunu düşünmüştüm ama gerçekten bilmemin hiçbir yolu yoktu. İki sokak ötede, sosisler gibi asılı duran bir dizi ceset vardı. Nehrin aşağısında bir tane daha… Kibar Romalıların “Bu köşeyi dönünce, ölü bir adamla yüz yüze geleceksiniz,” diyen uyarılar asmalarını beklerdiniz. Tüm bu çürüyen cesetlerin, şehrin pis kokusuyla bir ilgisi olmalıydı. İnek gübresi, idrar, ıslak odun, kokuşmuş nehir suyu ve -her nedense – çürümüş portakal kokusunun keskin bir karışımıydı. Sonra, ulumaları harabelerde yankılanan kurtlar vardı. Garipti ama zaten Roma’da her şey gariptir. Mesela yosunlar. Parlak sarımsı yeşil ve rahatsız edici derecede kalın. Ciddiyim, Roma’nın sıcak, nemli havası tuhaf yosunlar üretir. Ama en garip kısmı ne mi? Tüm heykellerin kafaları kesilmiş ya da en azından tahrif edilmişti – burunları eksik, bir gözü ya da yanakları çıkarılmış, saçlarının yarısı kopmuştu.
Tel tel dökülen şehir dikkatimi öyle dağıtmıştı ki adımlarımı saymak bile aklıma gelmedi. Vatikan’a dört mü, sekiz mi, yoksa şanssız bir sayı olan on beş adımla mı geldiğimi bilmiyorum, ama hemen girişe kadar yürüdüm ve muhafızlardan beni derhal majestelerine götürmelerini kendimden emin bir tavırla istedim. İki kez denemek zorunda bile kalmadan adımlarımı yediye tamamlamışım gibi bir özgüvenle hareket ediyordum. (Ah, genç olmayı nasıl da özlüyorum. Yaşla birlikte insana böyle korkular da geliyor, değil mi? Eskiden bilginin, kendimden daha emin olmamı sağlayacağını düşünürdüm, oysa bilgi sadece gerçeğe dayalı korkuları besler: İşler ters gidebilir ve genelde ters gider. Geçen gün olduğu gibi, birinin çıkıp en yeni portremi çalacağı korkusuna kapıldım. Önlenemez olanı nasıl önleyeceğimi bulmaya çalışırken günümün geri kalanı uçup gitti. Hayali hırsızların, eserimi kendilerine aitmiş gibi göstermelerini engelleyeceğini düşünerek hanımefendinin kolundaki bir bandın üzerine adımı yazdım ama bu beni daha iyi hissettirmedi çünkü, şey…yangınlar, seller, ahşap panelleri paramparça eden fırtınalar… Bir endişeyi çözersin ama her zaman sırada bekleyen bir başkası vardır.) Ne var ki o zamanlar hâlâ gençtim ve muhafızların şüpheli bakışlarının beni caydırmasına izin vermedim. Hayır. Papadan aldığım tebligatı gösterdim ve onlara – gülümseyerek, sì certo – beni ona götürmezlerse Papa Hazretleri’ne gömleğimi yırtıp beni böyle hırpalayanların onlar olduğunu bildireceğimi söyledim. Bana içeri kadar eşlik ettiler – bu düşündüğümden daha kolay oldu; Roma o kadar korkutucu değil – ve Papa’nın kâhyası muhafızlara Papa Hazretleri’ni Sistine Şapeli’nde bulacağımızı söylediğinde bir heyecan hissettim. Papa, Sistine’de beni bekliyordu. Bu, Urbino’nun şansının da ötesindeydi; adımlarıma Eskilerin Yazgısı rehberlik ediyor olmalıydı.
Sistine’e ilk girdiğiniz zamanı hatırlıyor musunuz? Sizin de nefesiniz kesilmiş miydi? O uzun, ince, yekpare şapel sonsuzluğa uzanıyormuş gibi geliyor. Ve duvarlar boyunca devam eden o ünlü freskler… Ne zaman yapılmışlardı? Kırk yıl önce mi? Yine de o zamanlar yarımadadaki en modern resimlerden bazılarıydılar. Sizin favoriniz hangisi? Durun, tahmin edeyim. Favoriniz, Rosselli’nin Son Akşam Yemeği’ndeki görkemli yapı. Hayır, biliyorum, ruhunuz Domenico Ghirlandaio’nun mistik eseri Havarilerin Çağrısı’ndaki sulu manzaradan kopamıyor. Sakın bana Perugino’nun Mesih’in Anahtarları Aziz Petrus’a Vermesi eserini tercih ettiğinizi söylemeyin; bundan daha kışkırtıcı bir şey olacağını düşünmüştüm. Benim favorim Botticelli’nin eseri olan İsa’nın Günaha Meyli; bu konuyu anlatan tablolar arasında acıya bu kadar az atıfta bulunup da güzelliğe bu kadar çok odaklanan başka bir tanesini hiç gördünüz mü? Ben de görmedim.
Kafama bir şey düştü. Saçlarıma dokundum ve parmaklarıma bakınca gördüğüm şey…beyaz toz mu? Parmaklarımın arasına alıp kokladım. Sıva. Yukarı baktım ve tavanın bir yarısının altında uzanan iskeleyi görünce şoke oldum. Şapelde yapı iskelesi görmek beni neden şaşırtmıştı? Çünkü bu normal bir iskele değildi; yerde duran ve tavana kadar yükselen hantal bir ahşap yapı falan yoktu. Hayır. Yer boştu. (Sanırım tipik bir yapı iskelesi, papalık ayinlerini engellerdi: “Scusi Kardinal, Vespers’ı böldüğüm için affedersiniz ama yeni sıvayla oraya çıkmam lazım!”) Tahtaların arasından baktım; iskele, tonozdan sarkan halatlara da asılmamıştı, zaten böyle asılsaydı tavanda açık delikler kalırdı. Hayır. Bu yapı iskelesi, eski, ünlü fresklerin üzerindeki duvara, boya için hazırlanan yeni bölümlerin altına sabitlenmiş, birbirine bağlı yaya köprülerinden oluşan yaratıcı bir diziydi. İskelenin alt basamağına ulaşmak istenirse, sanatçının sağlamak istediği erişim seviyesine bağlı olarak yukarı veya aşağı çekebileceği bağımsız merdivenlere tırmanmak gerekiyordu. İskelenin kullanımı kolaydı, zemindeki etkinliklere engel olmuyordu ve duvarlarda gereksiz delikler açmıyordu. Dâhiceydi. (Kimin tasarladığını henüz bilmiyordum, ama lütfen şimdi durup yorum yapmama izin verin: Michelangelo hâlâ mimar olmadığını iddia ediyor, değil mi?)
Ama Sistine’deki ilk gün hayal gücümü ele geçiren şey, bu harika iskele tasarımı değildi. Hayır. O iskelede işçiler o uzun, beşik tonozlu tavandan bir şeyi söküyorlardı: mavi gökyüzü ve altın yıldızlardan oluşan geniş bir fresk. Tavanı, yeni resim için hazırlıyorlardı. Düküm haklıydı; Sistine’in yakında yeni bir efendisi olacaktı. (Sistine tavanına o gök parçasını ilk resmeden sanatçının adını söyleyebilir misiniz? Size düşünmeniz için bir dakika vereceğim. Hayır mı? Kimseyi bulamadınız mı? Sorun değil. Ben de sadece birkaç yıl önce adını bulmaya çalıştığımda kimsenin onu hatırlamak için bir nedeni olmadığını anladım: Piermatteo d’Amelia. Umbrialı,