Стефани Стори

Raffaello


Скачать книгу

inerken kalbim hızla atıyordu. Salonlara işlenmiş papalık mühürlerine şöyle bir bakınca bu geçidin beni Vatikan Sarayı’na götürdüğünü anladım. Michelangelo’nun atölyesini Vatikan’a bağlayan gizli bir geçidi mi vardı? Korktuğumdan çok daha güçlüydü. Aklı başında herhangi bir adam, Papa’nın açık izni olmaksızın Vatikan’a girme suçuyla boynunu bir ilmiğin yanlış ucunda bulmamak için en yakın çıkışa koşardı, ama hangi sanatçı bu kadar çabuk pes ederdi ki? İşsiz bir sanatçı, doğru.

      Yönümü Papa’nın dairelerine çevirdiğimi söylememe gerek yok, değil mi? Görünüşüme rağmen bunu yapacak biri olduğumu kesinlikle anlamışsınızdır. Öyleyse bu kısmı ileri saralım. Papa’nın özel ofisine girdiğimde Bramante inanamıyor gibiydi. “Raffaello! Burada ne arıyorsun?”

      Bramante’nin sırtında asılı çantasından bir parşömen çıkardım, odanın diğer ucuna yürüdüm, parşömeni boş tarafı yukarı bakacak şekilde Papa’nın darmadağınık masasının üzerine yaydım ve bir parça da tebeşir çıkardım. Kalan tek kolumu sıvadım, artistik bir gösterişle bileğimi dört kez döndürdüm ve çizmek için tebeşirimi masaya koydum. Papa Hazretleri, yüzüklü elini kaldırarak yaklaşan muhafızları durdurdu. Gözlerimi Papa’nın yüzünden ayırmadan, hızlıca bir portresini çizdim: Derin, yorgun ama inatçı bir kıvılcımla bakan gözler; çan gibi genişleyen uzun burun; İmparator Augustus’unki gibi kare bir çene. Taslağı olabildiğince hızlı bitirdim ve kâğıdı ileri ittim. “Papa Hazretleri, benim önemsiz çalışmalarımı görme arzusunu dile getirmişti ve bu isteği yerine getirmek için elimden geleni yapmazsam, kiliseye layık bir hizmetkâr değilim demektir.”

      Papa çizimime baktı. Beğendi mi? Nefret mi etti? Beni astıracak mıydı? Yoksa işe mi alacaktı?

      İşte o zaman Michelangelo’nun arkamdan odaya girdiğini hissettim. “Cosa fai?”

      Madem Fafel’in iddia ettiği gibi Papa gerçekten de rekabeti körüklemekten hoşlanıyordu… O zaman ben de alçakgönüllülük konusunda aldığım eğitime ters düşecek şekilde şöyle dedim: “Efendimiz, diğer insanları mucizelere zorlamak için daha genç, daha yetenekli bir rakip gibisi yoktur.”

      Papa bana bakarken yüzünde bir ifade vardı ama neydi bu? Şaşkınlık mı? Eğlence mi? Huşu mu?

      Michelangelo çizimimi masadan kaptı. Ona baktı ve “Her şeyi nasıl bu kadar kolaymış gibi gösteriyorsun?” diye mırıldandı.

      Omuz silktim ve “Papa Hazretleri canlılığı resme dökmeyi kolaylaştırıyor,” dedim. (Konu açılmışken, Baldassare’nin yeni taslağına göz attınız mı? Castiglione; onu tanıyor olmalısınız. Sanırım en son kitabının adı şimdilik The Courtier ama bence daha ilgi çekici bir ad bulabilirdi. Henüz yayımlamadı ama kitabın sayfalarını göstermesini istemelisiniz. Olduğundan kolaymış gibi göstermeye sprezzatura diyor. Kulağa hoş geliyor, değil mi? Sprezzatura. Bana açıkça benim hakkımda yazılmış pasajları gösteriyor. Üzüleceğimi sanıyor ama dürüst olmak gerekirse gurur verici buluyorum. Yine de Michelangelo okuduğunda benimle alay etmekten asla vazgeçmeyecek.)

      Michelangelo kendini toparladı ve “Bu ucuz bir numaradan başka bir şey değil Papa Hazretleri,” diye tısladı.

      “Yani bu, genç adamın onu istediği zaman tekrarlayabileceği anlamına mı geliyor?” dedi Papa kıkırdayarak ve toplanan saray mensupları – kardinaller, yardımcılar, ziyarete gelen kraliyet mensupları – gereğine uygun şekilde kıkırdadılar.

      Michelangelo, “Yani benim yapabileceklerimin yanında hiç kalır demek istiyorum,” dedi.

      “Yaa, hadi kanıtla Buonarroti,” diye homurdandı Papa ve sonra bana döndü. “Dairelerimizi resimlemeye yardım etmek için yarın yine gel. İyi şanslar, Urbinolu Raffaello Sanzio. Gözümüz üstünde.”

      İşte Vatikan’da böyle iş bulursunuz.

      XIII. Bölüm

      Michelangelo, bekle!” Onu Vatikan sarayının dışındaki meydanda gördüm; kendini savunmaya çalışan bir kaplumbağa gibi omuzlarını kamburlaştırmıştı. “Basta,”44 diye bağırdım. Kalabalığın arasında sallanan kafasını takip ederek pespaye seyyahların, sarı elbiseli fahişelerin ve ucuz kilise ıvır zıvırı satanların aralarından geçtim ama Michelangelo – her zamanki gibi – hızlıydı. “Dur, lütfen!” Ama durmadı, bir köşeyi döndü, sonra bir köşeyi daha döndü… Bir su birikintisinden atladım, bir eşeğin etrafından dolaştım, ara sokakta zar atan bir grup çocuğun yanından geçtim. “Michelangelo!” Bir ağacın altından, bir at gübresi yığınının üzerinden, bozuk bir vagonun etrafından… Derken dirseğinden tuttum ama kaçtı, ikinci hamlede kolunu yakaladım ve ikimizi de bir tuğla duvara çarptım. Burası elbette asılı cesetlerle süslenmiş Roma sokaklarından biri olmalıydı. Kokulu havadan bir nefes çektim ve ona zarar vermeye çalışmadığımı gösterecek bir şeyler aradım. “Urbino Dükü’nün ölmeni istediği konusunda seni uyarmak istedim.”

      “Birinin beni öldürmek istediğini söylemek için mi peşimden koşuyordun?” Eğildi, ellerini dizlerine koydu, derin derin nefes alıyordu. “Roma’ya hoş geldin…ismini tekrar söyler misin?”

      “Raffaello Sanzio. Urbinolu.”

      Michelangelo toprağa tükürdü. “Beni yalnız bırak Raffaello.” Sallanan cesetlerden oluşan labirentte yürüdü.

      Peşinden giderken elimi gözlerime siper ettim. “Eskiz defterimi çaldın.”

      “Sen benden daha iyi bir insansın.”

      “Bunun eskiz defterimi çalmanla ne ilgisi var?”

      “Papa’nın hem iyi hem de yetenekli sanatçılar olduğunu öğrenmesine izin veremem.”

      “Yetenekli olduğumu mu düşünüyorsun?”

      “Gesù.”

      “Bekle, Michelangelo, ben… Papa’ya söylediklerimde ciddiydim. Asla senden bir şey çalmaya çalışmadım. Sana hayranım.” Hızlı adımlarına ayak uydurmak için koşmak zorunda kaldım ama en azından bana çekilmemi söylemedi. “Gonfaloniere Soderini, belediye taslağını halka sundu.” Kafa sallamıştı yoksa? Devam ettim. “Herkesin çılgına döndüğünü duydun mu?”

      “Leonardo için.”

      “Senin için.”

      Adımlarını yavaşlattı.

      “Hepimiz her gün orada oturup tasarımlarının kopyalarını çıkardık. Olağanüstüler.”

      Ellerini ceplerine soktu. “Ben ressam değilim.”

      “Sürekli bunu söylüyorsun ama sen Sistine’i elinde tutmak için savaştın ve insanlar sevmedikleri şeyler için savaşmazlar. Resim, işim ve eskizlerim için ölümüne savaşırım.”

      Yürümeyi bıraktı. Gözleri ellerime kaydı ve parmaklarımı – ne kadar sık silsem de – her zaman geri dönen boya lekelerini gizlemek için yukarı kaldırdım. İtiraf ediyormuş gibi fısıldadı. “Sessiz.”

      Ben de eğilip fısıldadım. “Nedir o sessiz olan?”

      “Boya. Tek kelime etmiyor.”

      “Anlamıyorum…”

      Ben şeymişim gibi baktı. Dai, nasıl baktığını biliyorsunuz: Bir aptalmışım gibi.

      “Resim yapmakta zorlanıyor musun?” diye sordum.

      “Unut gitsin.” Yine uzaklaştı.

      Peşinden