ki yekpare halde yanan bir alevi andırır ve bu şekilde yere yatırılan kişilerin ağızları demir şişlerle zorla açılır, içlerine erimiş kızgın demirden alev topları itilir. Bu kızgın demir toplar, o sefil yaratıkların dudaklarını yakar; dillerini, boğazlarını, kalplerini, iç organlarını ve bağırsaklarını kavurarak tüm bedenlerini boydan boya dolaşır. Ey keşişler! Cehennemin işkenceleri işte böyle acıdır.”23
Keşiş, okumasını bitirdikten sonra Chandagirika’ya seslendi ve kurbanlarına benzer işkenceler uygulamasını buyurdu. Bunun üzerine cellat, kendisine teslim edilen suçluların üstünde bunları ve bunlara benzer işkenceleri uygulamaya başladı.
O günlerde, Sravasti kentinde eşiyle birlikte büyük okyanusu aşmış bir tüccar yaşardı. Hamile olan eşi, uzak denizlerdeyken Samudra veya “okyanus” adında bir oğul dünyaya getirmişti. Tüccar, en nihayetinde on iki yıllık aradan sonra yolculuğundan geri dönecekti; lakin beş yüz haydut tarafından yakalanıp öldürüldü. Bunun üzerine tüccarın oğlu Samudra, Bhagavat mezhebi öğretilerine uyarak dini bir yaşamı benimsedi. Sadaka dilene dilene ülkeyi dolaştığı sırada Pataliputtra’ya vardı. Yine bir şafak vakti kıyafetlerini giyindi, kaşayasını24 omzuna attı, çanağını25 yanına aldı ve dilenmek için kente indi. Etrafta dolaşırken Hoş Hapishane’nin önüne geldi, her şeyden habersizdi. Eşikten içeri adım atar atmaz, cehennemi andıran dehşetlerle dolu bir meskene girdiğini anladı. Hemen dışarı çıkmak istedi; ama göz açıp kapayıncaya kadar Chandagirika’nın eline düşmüştü bile. “Buraya girdiysen, burada ölmelisin,” dedi Chandagirika.
Eninde sonunda boyun eğmesi gerektiğini anlayan keşiş dehşete düştü ve ağlamaya başladı.
Cellat sordu: “Ne diye çocuk gibi ağlarsın?”
Keşiş cevapladı: “Bedenimi kaybedeceğim için ağlamıyorum elbette. Kurtuluş yolunda sarf ettiğim çaba yarım kalacak diye ağlıyorum. Ulaşması çok zor olan olgunluğa eriştikten sonra, mutluluk kaynağı olan dini yaşamı benimsedikten sonra, Sakyasinha26 tarafından talebeliğe kabul edildikten sonra, böyle bir talihsizlik yüzünden bunların hepsini geride bırakmak zorunda kaldığım için ağlıyorum.”
Cellat tekrar lafa girdi: “Kral hazretleri, bana buraya adımını atanları öldürme yetkisini bahşetti. O yüzden cesaretini topla. Kurtuluşa asla erişemeyeceksin zaten.”
Acı içindeki keşiş, kendisine bir aylık süre tanınması için yalvarmaya başladı. Chandagirika ise yalnızca yedi gecelik bir mühlete razı geldi.
Buna rağmen keşişin yüreği, ölüm korkusu yüzünden bir türlü rahat edemiyordu; zihni, “Yedi gün sonra hayatta olmayacağım!” düşüncesinden kaçamıyordu.
Yedinci günde Kral Asoka, iç odalarındaki kadınlardan birini genç bir adamla birlikte gördü; belli ki genç kız, delikanlıya âşıktı. Bu manzara, hükümdarı öfkeden deliye çevirdi. Kadın ve genç adam, onları bir havanda tokmakla dövüp geriye kemiklerinden başka bir şey kalmayıncaya kadar ezecek olan cellatın ellerine teslim edildi.
Asoka
Bu manzara karşısında dili tutulan keşiş haykırdı:
“Ah! O büyük münzevinin, o merhametin efendisinin sözleri ne kadar doğruymuş! İnsan bedeni gerçekten de gerçek özden ve sağlamlıktan yoksun bir çamur birikintisinden başka bir şey değil! Hani, o çehrelerin güzelliği şimdi nerede? Alımlı bedenlerin hoşluğu nerede? Ahmakların zevkle ve memnuniyetle yaşadığı şu dünyaya eyvahlar olsun! Şükürler olsun ki şu zindanda kaldığım süre gözümü açtı. Bu farkındalıkla varoluş okyanuslarını aşabilirim!”
Bütün gece boyunca Buda’nın öğretilerine yoğunlaşan ve zihin prangalarının hepsini parçalayan keşiş, gecenin sonunda Arhat seviyesine ulaştı.
Şafak sökerken Chandagirika, “Keşiş, gece sona erdi, güneş yükseldi; ölüm saatin geldi,” dedi.
“Evet,” diye cevap verdi keşiş, “gece gerçekten de sona erdi, benim için uzun bir varoluşun da sonunu getirdi; güneş yükseldi ve bana yüce lütuf ânını müjdeledi. Şimdi, ne istersen yapabilirsin.”
“Dediklerinden hiçbir şey anlamıyorum,” diye cevap verdi Chandagirika. “Sözlerindeki anlamı açıkla bakalım.”
Keşiş, şu sözlerle cevap verdi:
“Ruhumdaki o korkunç gaflet karanlığı yok oldu; beş örtüyle27 karartılmış ve eşkıyaları andıran kederle kuşatılmış o karanlık. Bilgelik güneşi yükseldi; kalbim göklerde mutludur, zira ilahi ışıklar bana varlıklar âleminin gerçek anlamını gösterdi. İşte! O yüce lütuf ânına tanık ol! Efendimin adımlarını takip edebilirim artık. Bu beden yeterince yaşadı. Ne yapacaksan yap.”
Acıma nedir bilmez, taş kalpli cellat iyice hiddetlenmişti, gelecek yaşamına dair hiçbir şeyi umursadığı yoktu; keşişi kolundan tuttuğu gibi içi pislik, kan ve katranla kirletilmiş su dolu demir kazanın içine fırlattı. Kazanın altında da büyük bir ateş yaktı. Gelgelelim ateşe ne kadar odun atarsa atsın, keşişin canı hiç yanmıyordu. Cellat, ateşi tekrar tutuşturmak istedi; ama bu sefer de alev yanmayı reddediyordu. Cellat, odunların yanmamasının ardındaki sebebi keşfetmeye çalışıyordu ki keşişin bağdaş kurmuş vaziyette oturduğunu gördü; hiç vakit kaybetmeden koşup tanık olduğu mucizeyi Kral Asoka’ya bildirdi.
Kral, beraberinde binlerce insanla çıkageldiği zaman, onu dine döndürerek dönüşümünü gerçekleştirme vakti geldiğini bilen keşiş, doğaüstü güçlerini sergilemeye başladı. Herkesin şahitliğinde, sularla çevrili olduğu demir kazanın içinden havaya yükselmeye başladı, tıpkı bir kuğu gibi havada süzülüyordu; o vaziyette, çeşitli mucizevi görüntüler sergilemeye başladı. Bu esnada şu sözleri dile getiriyordu:
“Bedeninin yarısından su, diğer yarısından ateş ortaya çıktı; bir tarafta yağmura, öbür tarafta alevlere can veriyordu. Gökyüzünde, zirvesinde alev alev yanan bir çayırlığın ortasından fışkıran kuvvetli bir akarsu olan bir dağ gibi parlıyordu.”
Keşişin havalara yükseldiğine şahit olan Kral Asoka, birbirine kavuşturduğu elleri ve hayrete düşmüş çehresiyle haykırdı:
“Ey dostum! Görünüşün insana benzer; ama her nasılsa güçlerin ilahidir! Ey efendim, sizin doğanızı idrak etmeye gücüm yetmiyor. Söyleyin bana, kusursuzluk örneği olan sizi hangi isimle anmalıyım? Kim olduğunuzu söyleyin, söyleyin ki büyüklüğünüzü bileyim, müridiniz olarak üstüme düşeni yapayım ve faziletlerinizin büyüklüğüne gereğince hürmet edeyim.”
Bhagavat
Keşiş, alın yazısına göre hükümdarın Bhagavat Öğretileri aracılığıyla aydınlanacağının ve milyonlarca canlıya yarar sağlayacağının farkındaydı. Bu yüzden kendisi hakkındaki gerçeği Asoka’ya açıkladı:
“Ey hükümdar! Ben merhametle dolup taşan, her türlü günah prangasından özgür, insanların en belagatlisi Buda’nın oğluyum. Kanunu ben gözetirim, içimde hiçbir varoluş için istek duymam. Kendi benliğine boyun eğdirmiş olan kahramana boyun eğdim, eksiksiz huzura ulaşmış bilginin huzurundan nasiplendim; kendisini dünyanın amansız dehşetlerinden soyutlamış olan efendim tarafından her türlü varoluş prangasından salıverildim. Sen, ey büyük hükümdar, senin gelişin de Bhagavat tarafından şöyle müjdelenmişti: ‘Nirvana’ya