kadar uzun mektup yazdığın için suçlu sensin. Şey, nasıl bu noktaya geldik bilmiyorum ama Horace’la az önce nişanlanmış olduk. Çok kızmadın, değil mi?”
Bayan Futvoye, Sylvia’nın kollarından kurtulup Horace’a dönerken, “İkiniz de çok aptalsınız,” dedi. “Bay Ventimore, duyduğum kadarıyla şu an evlenebilecek durumda değilsiniz.”
“Maalesef değilim,” dedi Horace. Henüz düzgün bir işim yok ama elbet bir gün şansım dönecek. O zamana kadar Sylvia’yla evlenmeyi talep etmeyeceğim.”
“Ama anne! Horace’ı sen de seviyorsun,” diyerek savunmaya geçti Sylvia. “Ayrıca onu beklemeye hazırım. Hiçbir şey beni ondan vazgeçiremez ve kalbimi asla ama asla bir başkasına vermem. Lütfen bu evliliğe rıza göster.”
Bayan Futvoye, “Sanırım suçlu benim,” diyerek söze girdi. “St.Luc’te bunların olacağını öngörmeliydim. Sylvia bizim tek çocuğumuz Bay Ventimore ve ben onun sevmediği biriyle evlenmesindense mutlu olacağı bir evlilik yapmasını tercih ederim. Ancak bence bu ilişki son derece umutsuz. Babasının bunu onaylamayacağına eminim. Bence bu konudan söz etmemeliyiz, onu sinirlendirmekten başka işe yaramaz.”
“O halde siz bu ilişkiye karşı değilsiniz,” dedi Horace, “Sylvia’yla görüşmemize engel olmazsınız değil mi?”
“Aslında buna izin vermemem gerekir,” dedi Bayan Futvoye. “Ancak bizi bir tanıdık olarak ziyarete gelmenizde bir sakınca görmüyorum. Sylvia’ya alışkın olduğunu hayatı sunabileceğinizi kocama kanıtlayana kadar resmi bir nişan olmayacağını bilmelisiniz. Sizden bunu istemeye hakkım vardır diye düşünüyorum.”
Horace onun oldukça duygusuz ve materyalist bir kadın olduğunu düşünüyordu ancak Bayan Futvoye, gösterdiği hoşgörüyle onu haksız çıkarmıştı. Bu yüzden şartlarını âdeta minnetle kabul etti. Ne de olsa Sylvia’nın sevgisine karşılık vermesi ve onu zaman zaman görmesine izin verilmesi yeterliydi.
Bu konuşmanın ardından Bayan Futvoye mektubuna geri dönmüştü. Sylvia ve Horace geleceğe dair sohbet ederken, Sylvia “Çok yazık oldu,” diyerek konuyu değiştirdi. “Müzayededen hiçbir şey alamaman kötü oldu. Belki bu sayede babamın gözüne girebilirdin.”
“Şey, aslında kendim için bir parça aldım,” dedi, “Ancak baban bununla ilgilenir mi emin değilim.” Ve ona pirinç şişeyi nasıl satın aldığından bahsetti.
“Gerçekten bir gineyi buna mı verdin?” diye sordu Sylvia. “Liberty’ye gitseydin bu parçanın aynısını hatta daha iyisini altı-yedi peniye alabilirdin. Kirli, rengi soluk ve asırlar öncesinden olmadığı sürece babam hiçbir parçayı önemsemez.”
“Bu bahsettiklerinin hepsi bu şişede var. Katalogda olmamasına rağmen Profesör’ün ilgisini çekebileceğini düşündüğüm için aldım.”
Güzel ellerini birbirine kenetleyen Sylvia “Ah!” dedi. “Umarım öyle olur Horace. Eğer bu parça ender ve değerli bir şey çıkarsa, babam o kadar memnun olur ki her şeye razı gelebilir. Ah kapıda bir tıkırtı var, geliyor. Ona pirinç şişeden bahsetmeyi unutma.”
Profesör oturma odasına girdiğinde çok neşeli görünmüyordu. “Kusura bakmayın evden çıkmam gerekti. Beklediğinize sevindim.”
“Ben de efendim,” diyerek söze giren Horace Profesör’ün neşesini biraz daha kaçıracağını bilmesine rağmen müzayedede olanları anlatmaya başladı. Profesör katalogdaki ürünlere bakıp dudağını büzerek “Keşke kendim gitseydim,” dedi. “Şu kâse, on altıncı yüzyıl Acem eserlerinin çok güzel bir örneği, hem de sadece beş gineye satılmış. Bu parçaya hiç düşünmeden on gine bile verirdim! Bütçemi akıllıca değerlendirip doğru teklifte bulunacağınız konusunda size gerçekten güvenmiştim.”
“Efendim hatırlarsanız, not aldığınız miktarları aşmamamı bana sıkı sıkı tembihlemiştiniz.”
“Hiç de bile!” dedi Profesör aksi bir tavırla. “Katalogda yazanlar sadece size yol göstermesi içindi. Bu parçalardan herhangi birini hangi miktar olursa olsun alabilseydiniz, sizi onaylayacağımı bilmeliydiniz.”
Böyle bir düşünce Horace’ın aklından bile geçmemişti. Üstelik tam tersini düşünmek için de pek çok nedeni vardı ama tartışmanın faydasız olacağını gördüğünden sadece yanlış anladığından dolayı üzgün olduğunu söyledi.
Profesör aksini ima eden bir ses tonuyla, “Tüm hata benim, buna kuşku yok,” dedi. “Yine de bu konulardaki deneyimsizliği hesaba katarak, birinin tek bir parçayı bile satın alamadan Hammond gibi bir yerde tüm günü teklif vererek geçirmesinin imkânsız olduğunu düşünmeliydim.”
“Ama baba!” diyerek araya girdi Sylvia. “Bay Ventimore müzayededen kendi parasıyla bir parça almış. Katalogda olmayan pirinç bir şişe. Değerli bir şey olduğunu düşünüyor, bu konuda fikrini almayı çok istiyor.”
“Hah!” dedi Profesör. “Modern pazar işlerinden bir tane daha. Parasını buna harcamasa daha iyi olurmuş. Nasıl bir şişe? Anlatın bakalım.”
Horace şişeyi tarif etmeye başladı.
“Arapların ‘kum-kum’ dediği, genellikle fıskiye veya gül sulamak için kullanılan şeylerden birine benziyor. Bunlardan yüzlerce var,” dedi Profesör huysuzca.
“Perçinlenmiş veya lehimlenmiş bir kapağı vardı,” dedi Horace. “Şekli de şöyle bir şeye benziyordu…” deyip aklında kaldığı kadarıyla şişenin taslağını çizerek Profesör’e uzattı. Gönülsüzce çizime bakarken birden ilgisi artan Profesör, gözlüklerini düzelterek dikkatlice incelemeye başladı.
“Ah, bu şekil kesinlikle antika. Üstünü de havayı sızdırmayacak şekilde sıkı sıkıya kapatmışlar, değil mi? Sanki içinde bir şey varmış gibi görünüyor.”
“Binbir Gece Masalları’nda balıkçının bulduğu mühürlü kavanozdaki gibi içinden bir peri çıkabilir mi?” diye sordu Sylvia. “Öyle olsa ne eğlenceli olurdu!”
“Peri derken daha doğru ve bilimsel bir terim olan Jinnee’yi3 kastettiğini varsayıyorum,” dedi Profesör. “Dişisi Jinneeyeh, çoğul hali ise Jinn’dir. İçinde böyle bir şey olması pek olası değil. Ancak Bay Ventimore’un tarif ettiği gibi ağzı sıkı sıkıya kapalı bir şişenin papirüs veya arkeolojik açıdan ilgi çekici diğer kayıtlar için bir hazne olarak tasarlanması ve içindeki şeyin hâlâ koruma altında olması pek de imkânsız değildir. Size kapağı açarken çok dikkatli olmanızı tavsiye ederim bayım, eğer içinde bazı belgeler varsa onları doğrudan havayla temas ettirmeyin ve hatta dokunmazsanız çok daha iyi olur. İçinde gerçekten bir şey olup olmadığını, varsa da ne olduğunu çok merak ediyorum.”
“Şişeyi çok dikkatli bir şekilde açacağım,” dedi Horace. “İçindeki ne olursa olsun sizi hemen haberdar edeceğimden şüpheniz olmasın.”
Kısa süre sonra evden çıkarken Sylvia’nın parlayan gözlerindeki güven onu cesaretlendirmiş ve tokalaşma sırasında elini sıkı sıkı tutması heyecanlandırmıştı.
Bu akşamın sonunda o müzayede odasında geçirdiği saatlerin karşılığını fazlasıyla almıştı. Sonunda şansı dönmüştü; başaracaktı. Sanki başına talih kuşu konmuştu.
Sylvia’yı düşünerek birkaç yıldır kaldığı, Vincent Meydanı’nın kuzeyindeki yarı müstakil, eski moda eve girdi. Saat neredeyse on iki olmuştu, ev sahipleri Bayan Rapkin ve kocası çoktan yatmışlardı.
Ventimore veranda ve balkona açılan iki uzun pencereli