kartallara bırakıyoruz.”
Muflog bu tuhaf sözleri okuyunca etrafa korkunç bir sessizlik çöktü. Kralın yüzü bembeyaz olmuştu. Ölü maziden gelen bu uyarı, maceranın tadını kaçırmıştı. Gruptakilerin bir bölümü, keşfe hemen son vererek vakit kaybetmeden eve dönmeyi teklif etti. Gizli tehlikelerden korkuyorlardı. Fakat Kral kararından dönmeyecekti.
“Bu meseleyi sonuna kadar araştırmalıyım,” dedi kararlı bir sesle. “Korkuya kapılmış olanlar geri dönebilirler. Ben, tek başıma da olsa devam edeceğim.”
Bu sözlerle cesaret bulan avcılar, kralın yanında kalmaya karar verdiler. İçlerinden biri kapıyı yumruklamaya başladı ama Kral kapının üstündeki yazıyı korumak istiyordu. Otları biraz daha temizledikten sonra anahtar deliğindeki anahtarı gördüler. Gelgelelim, kapıyı açmak kolay bir iş değildi zira yılların pası birikmişti kilitte. Nihayet başardıklarında kapı ağır bir şekilde gıcırdayarak açıldı. Şimdi açığa çıkan rutubetli koridordan bir küf kokusu geliyordu.
Kâşifler bileklerine kadar toz toprak içine batmış halde odaların oluşturduğu bir labirent boyunca yürüdüler, ta ki heykellerle dolu kocaman bir ana salona ulaşana dek. Bu heykeller öyle sanatkârane yapılmıştı ki canlı gibiydiler. Bir an için herkes nefesini tutmuştu. Bu salonda hiç toz yoktu. Muflog burasının hava geçirmez bir oda olduğuna belirtti. Belli ki heykellerin muhafaza edilmesi için özel olarak tasarlanmıştı.
“Bunlar kralların tasvirleri olmalı,” dedi majesteleri. Yazıları okuyunca Muflog da bunu onayladı.
Salonun diğer ucunda, ötekilerden daha yüksek bir kaide üzerinde diğerlerinden daha büyük bir heykel vardı. Kaidenin üzerinde ismin yanında bir de yazı vardı. Muflog huşu dolu bir sessizlik içinde bu yazıyı okudu:
“Ben kralların sonuncusuyum. Hatta, insanların sonuncusuyum ve bu işi kendi ellerimle tamamladım. Bin şehre hükmettim, bin at bindim ve bin vasal prensin bağlılık yeminini kabul ettim. Fakat kıtlık geldiğinde elim kolum bağlı kaldı. Ey bunu okuyan kişi, bu ülkeye hâkim olan kadere kulak ver. Fanilerin sonuncusunun nasihatini dinle. Hâlâ gün ışırken öğününü hazırla…”
Metin burada kesiliyordu. Yazının geri kalanı okunaksızdı.
“Yeter!” diye haykırdı Kral. Sesi titriyordu. “Hakikaten iyi bir av oldu bu. Aptallığım ve zevk peşinde koşuşum yüzünden neleri göremediğimi öğrenmiş oldum. Haydi, geri dönelim ve bu kralın nasihati gereğince hareket edelim. Uyarısını unuttuğumuz takdirde, biz de aynı akıbete uğrayacağız.”
Aştıkları ovaya doğru bakan majesteleri bir hayal gördü: Müreffeh şehirler ve görenleri neşeyle dolduran bereketli tarlalar vardı karşısında. Aradaki alanlar boyunca yol alan mal yüklü karavanlar vardı. Sonra bu hayalin yerini kasvetli düşünceler aldı. Bütün ülkeyi bir bulut kaplıyor gibiydi. Şehirler ufalanıp gözden kayboldu, kartallar bir anda aşağı inerek insanların takdir edip elinde tutmayı başaramadığı her şeyi ele geçirdi. Kartalların ardından her sene üst üste yığılan asırların tozu yavaşça çökmeye başladı, ta ki her şey örtülene ve çölden başka hiçbir şey gözükmeyene dek.
Kral ve avcıları ülkelerine dönerken ancak birkaç kelime ettiler. Kayalık engeli tekrar geçtiklerinde toplamda kırk gündür ülkelerinden uzak kalmışlardı. Halk tarafından sevinçle karşılandılar.
“Ne getirdiniz?” diye sordu halk. “Çok geçmeden açlıktan öleceğiz.”
“Açlıktan ölmeyeceksiniz,” dedi Kral. “Kartalların Sarayı’ndan bilgelik getirdim. Başkalarının akıbeti ve acılarından bir ders çıkardım, vazifemi öğrendim.”
Hiç vakit kaybetmeden gıda stokunun doğru şekilde dağıtılmasını ve toprağın ekilmesini organize etmeye koyuldu. Artık aptalca zevklere vakit harcamayacaktı. Böylece kısa sürede ülke refah ve mutlulukla doldu. Hatta Kartallar Sarayı’nın baktığı ovada bile verimli koloniler kurdular.
Nuh Tufanı’ndaki Dev
Dünya sular altında kalmadan hemen önce bütün hayvanlar geminin önünde toplandı ve Nuh Baba dikkatle onları tetkik etti.
“Yere yatanlarınızın hepsi gemiye girecek ve dünyayı yok etmek üzere olan tufandan kurtulacak. Ayakta duranlarsa içeri giremeyecek,” dedi.
Bunun üzerine çeşitli hayvanlar gemiye doğru ilerlemeye başladı. Nuh Baba onları yakından izliyordu. Tedirgin gözüküyordu.
“Acaba tek boynuzlu bir atı nereden bulacağım? Hem onu gemiye nasıl sokacağım?” dedi kendi kendine.
“Ben sana bir tek boynuzlu at getirebilirim Nuh Baba,” diye gürleyen bir ses işitti. Başını çevirince Og adındaki devi gördü. “Ama beni de tufandan kurtaracağına söz vermelisin,” dedi.
“Defol!” diye bağırdı Nuh. “Sen bir ifritsin, insan değilsin. Seninle işim olmaz.”
“Acı bana,” dize sızlandı dev. “Bedenim nasıl küçülüyor bir baksana. Bir zamanlar öyle uzundum ki bulutlardaki suları içip balıkları güneşte kızartabilirdim. Suda boğulmaktan korkmuyorum. Bütün yiyecekler yok olacağı için açlıktan öleceğimden korkuyorum.”
Ne var ki Nuh gülümsemekle yetindi ama Og tek boynuzlu bir at getirince yine ciddileşti. Dev, bulabildiği en küçük atı getirdiğini söylese de bu hayvan bir dağ kadar büyüktü. Tek boynuzlu at geminin önüne yattı. Nuh bu harekete bakarak onu kurtarması gerektiğini anladı. Bir süre için ne yapacağını şaşırdı ancak nihayet parlak bir fikir geldi aklına. Koca hayvanı boynuzuna sardığı bir iple gemiye bağladı. Böylece geminin yanında yüzüp beslenebilecekti.
Og yakındaki bir dağa oturup yağmurun şiddetle yağışını seyretti. Yağmur giderek artan bir hızla sağanaklar halinde boşalmaya devam etti, ta ki nehirler taşana ve sular hızla karayı kaplayıp her şeyi süpürene dek. Nuh Baba sular boynuna ulaşan kadar hüzünle geminin kapısının önünde durdu. Sonra sular onu geminin içine ittirdi. Kapı şiddetli bir gürültüyle kapandı ve gemi, suların üzerinde görkemli bir şekilde yükselerek ilerlemeye başladı. Tek boynuzlu at da geminin yanında yüzüyordu. Tam onun yanından geçtikleri sırada Og, atın sırtına atlayıverdi.
“Gördün mü Nuh Baba, demek ki beni kurtarman gerekecekmiş!” diye haykırdı dev kıkır kıkır gülerek. “Tek boynuzlu at için pencereye koyduğun bütün yiyecekleri yakalayacağım.”
Nuh, Og ile tartışmanın beyhude olduğunu anladı zira o müthiş ağırlığıyla hakikaten gemiyi batırabilirdi.
“Seninle bir anlaşma yapacağım,” diye bağırdı pencerelerin birinden. “Sana yemek vereceğim ama sen de benim çocuklarıma ve torunlarıma hizmet edeceğine söz vereceksin.”
Og çok açtı. Bu yüzden anlaşmanın şartlarını kabul edip ilk kahvaltısını afiyetle mideye indirdi.
Yağmur şiddetli sağanaklar halinde yağmaya devam ederek gün ışığını kesiyordu. Fakat geminin içi ışıl ışıl ve neşeliydi çünkü Nuh yeryüzünün en kıymetli taşlarını toplayarak pencereleri yapmak için kullanmıştı. Taşların ışıltısı Gemi’nin üç katını birden aydınlatmaktaydı. Hayvanların bir kısmı huzursuzdu. Nuh’u ise hiç uyku tutmamıştı. Aslan hummaya tutulmuştu. Bir kuşsa yol boyunca bir köşede uyuyacaktı. Bu, Anka kuşu idi.
“Uyan,” dedi Nuh günün birinde. “Yemek zamanı.”
“Teşekkürler,” diye karşılık verdi kuş. “Çok meşgul olduğunu bildiğim için seni rahatsız etmek istemedim Nuh Baba.”
“Sen cici bir kuşsun,” dedi Nuh çok duygulanmış bir halde. “Bu yüzden asla ölmeyeceksin.”
Günlerden