uzandı ve Caitlin’in saçlarını yüzünden arkaya doğru itti. Caleb’in yumuşacık parmakları şakağındaki saçları iterken bu Caitlin’e kendini çok iyi hissettirdi.
“Hayatta olduğun için çok mutluyum.”
Caitlin’i kendine çekti ve ona sıkıca sarıldı. Caitlin de Caleb’e sarıldı ve bu esnada kafasında gittikçe daha fazla anı canlanmaya başladı. Evet, bu aşık olduğu adamdı. Bir gün evlenmeyi umduğu adamdı. Caleb’in aşkının içine doğru aktığını hissedebiliyordu ve zamanda birlikte geri gittiklerini hatırladı. En son Fransa’ya, Paris’e gitmişlerdi ve Caitlin ikinci anahtarı bulmuştu ve böylece ikisi de geri gönderilmişti. Caitlin bu defa birlikte geri dönmeleri için dua etmişti. Ve şimdi onu sıkıca tutunca dualarının kabul olmuş olduğunu anlıyordu.
Bu defa nihayet birliktelerdi.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
"Birbirinizi bulduğunuzu görüyorum” diye bir ses geldi.
Birbirlerine sarılmış olan Caitlin ve Caleb beraber korku içinde sese doğru döndüler. Caitlin, özellikle de uyarı mahiyetindeki vampir sezgilerini etrafa yaydıkları bir anda herhangi birinin sinsice ve sessizce yanlarına sokularak onları hızla bertaraf edebileceğini düşününce şok oldu.
Fakat önlerinde duran kadına gözlerini diktiğinde, neden kendilerine saldırmadığını anladı: bu kadın da vampirdi. Beyazlar içinde olan ve kapüşon takan kadın çenesini ileriye doğru uzattı ve insanı delip geçen mavi gözleriyle onlara baktı. Caitlin ondan kendilerine doğru yayılan huzur ve uyum hislerini fark edebiliyordu ve böylece gardını bıraktı. Caleb’in de gardını bıraktığını hisetti.
Kadın içten bir şekilde gülümsedi.
Nazik bir sesle “Epey bir zamandır sizi bekliyorduk,” dedi.
Caitlin “Neredeyiz biz?” diye sordu. “Hangi yıldayız?”
Kadın yalnızca gülümsedi.
“Buradan gelin.” Arkasını döndü ve alçak, kemerli kapı aralığından dışarıya çıktı.
Caitlin ve Caleb birbirlerine baktılar, ardından Ruth’u da yanlarına alıp kapıdan çıkarak onu takip ettiler.
Kıvrılıp dönen taş bir koridordan aşağıya doğru yürüdüler ve yalnızca bir meşaleyle aydınlatılan bir dizi dar merdivenin olduğu yere geldiler. Tam kadının arkasındalardı, o ise hiç arkasına bakmıyor, kendisini takip edeceklerini varsayarak yürümeye devam ediyordu.
Caitlin nerede oldukları konusunda onu sıkıştırmak için daha fazla soru sorma isteği duydu; ama merdivenin başına vardıkları zaman, oda aniden Caitlin’in nefesini kesercesine olağanüstü bir manzaraya açıldı ve Caitlin devasa bir kilisenin içinde olduklarını anladı. En azından sorusunun bir kısmı cevaplanmıştı.
Caitlin bir kez daha tarih ve mimarlık derslerini daha dikkatli dinlememiş olduğundan, ilk görüşte bu kilisenin hangisi olduğunu söyleyememesinden pişmanlık duydu. Geçmişte ziyaret ettiği bütün görkemli kiliseleri —Paris’teki Notre Dame’ı, Floransa’daki Duomo’yu—düşündü ve bunun kendisine onlardan bazılarını hatırlattığını düşünmeden edemedi.
Kilisenin uzun ve dar orta kısmı yüzlerce metre uzayıp gidiyordu, zemini çinili mermerdendi ve duvarları düzinelerce oyma taş heykellerle süslüydü. Yüksek tonozlu tavanı ise yüzlerce metre yüksekliğe ulaşıyordu. Yukarlarda dizilerce kavisli vitraylar vardı ve kiliseyi yumuşak, rengârenk bir ışıkla dolduruyordu. En dipte devasa dairesel bir vitray vardı, içinden geçen ışığı olağanüstü, yaldızlı kilise sunağının üzerine yansıtıyordu. İbadet edenler için yüzlerce küçük, ahşap sandalyeler gözlerinin önünde alabildiğine sıralanıyordu.
Ama şimdi kilise boştu. Sanki bütün bu kilise onlara aitmiş gibi görünüyordu.
Vampir kadını takip ederek yürüdüler. Ayak sesleri devasa, boş bina da yankı yapıyordu.
Caitlin sonunda “Bu hangi kilise?” diye sordu.
Yürümeye devam ederken kadının sesi "Westminster Abbey," diye geldi. “Burası binlerce yıldır Krallar ve Kraliçelerin taç giyme törenlerinin yapıldığı yerdir.”
Caitlin Westminster Abbey diye düşündü. Bunun İngiltere’de olduğunu biliyordu. Aslında tam olarak Londra’daydı.
Londra.
Burada olma düşüncesi Caitlin’in yüzüne tokat gibi indi. Bu düşünce hem ezici hem de büyüleyiciydi. Daha önce hiç burada bulunmamıştı ama hep gelmeyi isterdi. Gitmiş olan arkadaşları vardı ve internette resimlerini görmüştü. Bu şehrin uzun ortaçağ tarihi göz önünde bulundurulduğunda, burada olmaları Caitlin’e anlamlı geldi. Bu kilise bile tek başına binlerce yıl eskiydi ve Caitlin, bu şehrin de geçmişinin fazlasıyla bu kilise gibi olduğunu biliyordu. Ama hala hangi yılda olduklarını bilmiyordu.
Caitlin gergin bir şekilde “Peki hangi yıldayız?” diye sordu.
Fakat rehberleri çok hızlı yürümüştü, çoktan devasa şapeli geride bırakmış başka bir kemerli kapıdan başını eğerek geçmekte olup Caitlin ve Caleb’i de ona yetişmeleri için acele ettiriyordu.
İçeriye girdiklerinde Caitlin kendini bir manastırın içinde bulunca şaşırdı. Önlerinde uzun taş bir koridor uzanıyordu; bir yanında taş duvarlar ve heykeller vardı, diğer yanında ise açık kemerler bulunuyordu. Bu kemerler dışarıya açılıyordu ve Caitlin bunların arasından küçük, huzur dolu avluyu görebiliyordu. Bu ona geçmişte bulunduğu diğer pek çok manastırı hatırlattı; bu manastır yapılarının basitliğini, boşluğunu, kemerli duvarlarını, kolonlarını ve avlularının nasıl iyi bakıldığını görmeye başladı. Hepsi sanki dünyadan uzak bir sığınak gibiydiler, ibadet edenler için bir yer ve sessiz tefekkür mekânlarıydılar.
Vampir kadın sonunda durdu ve onlara döndü. Büyük, şefkatli gözleriyle dikkatle Caitlin’e baktı, başka bir dünyaya aitmiş gibi görünüyordu.
“Bizler yeni bir yüzyılın eşiğindeyiz.”
Caitlin bir süre düşündü. “Hangi yüzyıl?” diye sordu.
“Tabii ki on altıncı yüzyıl. 1599’dayız.”
Caitlin 1599 diye düşündü. Yine kendini baskı altında hissetti. Bir kez daha içinden keşke kendi tarihimi daha detaylı okusaydım diye geçirdi. Önceden 1791’den 1789’a gitmişti. Ama şimdi 1599’daydı. Arada neredeyse 200 yıllık bir sıçrama vardı.
1789’da bile ne kadar çok şeyin ilkel göründüğünü hatırladı; su tesisatı yoktu, bazen yollar pislik içinde kalıyordu ve insanlar nadiren banyo yapıyordu. Bundan iki yüzyıl önce ise her şeyin tanınmaktan uzak olacağı kesindi. Hatta Londra bile muhtemelen pek tanınacak durumda değildi. Bu, kendini dünyanın uzak bir yerinde izole edilmiş ve bir başına hissetmesine neden oldu. Caleb orada, yanında olmasaydı, tamamen yalnız hissetmiş olacaktı.
Ama aynı zamanda, bu mimari, bu kilise, bu manastırlar—hepsi çok tanıdık, bildik geliyordu. Sonuçta zaten 21.yüzyılda var olan birebir aynı Westminster Abbey’nin içinde yürüyordu. Üstelik bu yapı, şimdiki haliyle bile zaten antikti, yüzyıllardan beri buradaydı. En azından bu düşünce Caitlin’i biraz rahatlatmıştı.
Fakat neden bu zaman gönderilmişti? Ve bu yere? Görevi için buranın büyük bir önem taşıdığı açıktı.
Lodra. 1599.
Caitlin, bu Shakespeare’in yaşamış olduğu zaman mıydı? diye merak etti, bunu düşününce bile aniden kalbi daha hızlı attı, belki Shakespeare’i canlı olarak gerçekten azıcık görme şansına sahip