burada ara sıra kayalık çıkıntılar ve palmiye ağaçları yer alıyordu. Uzaklarda yükselen tepeler vardı ve tam onların aşağısında taş evlerden ve çamurlu sokaklardan oluşan bir köy yer alıyordu. Burada, güneşin altında hava daha sıcaktı, dayanılamayacak kadar aydınlık ve sıcak hâkimdi. Caitlin İskoçya’dan çok farklı bir yerde ve iklimde olduklarını fark etmeye başladı. Ve köyün ilkel görünümünden anlaşılacağı gibi oldukça farklı bir zamandaydılar.
Bütün o çamurun, kumun ve kayaların arasında ara sıra görülen yeşil araziler tarım yapıldığına işaret ediyorlardı. Bu yeşil arazi parçalarından bazıları bağlarla kaplıydı, dik yamaçlardan aşağılara doğru düzenli sıralarla gittikçe genişliyorlardı ve bunların arasında Caitlin’in tanıyamadığı ağaçlar vardı: bunlar küçük, eski görünümlü ağaçlardı, eğri büğrü dalları ve güneşte parlayan gümüş renkli yaprakları vardı.
Caleb tekrar Caitlin’in zihnini okuyarak “Zeytin ağaçları,” dedi.
Caitlin Zeytin ağaçları mı? diye düşündü. Tanrı aşkına biz neredeyiz?
Caitlin, Caleb’in bu yeri ve zamanı tanıyabileceğini sezerek omzunun üzerinden ona baktı. Caleb’in gözlerinin ardına kadar açık olduğunu gördü ve buraları tanıdığını anladı. Caleb çok şaşırmıştı. Manzaraya uzun süredir görmediği bir arkadaşına bakar gibi bakıyordu.
Caitlin neredeyse öğrenmekten korkarak “Neredeyiz biz?” diye sordu.
Caleb önlerindeki vadiyi inceledi ve sonunda dönerek Caitlin’e baktı.
Usulca “Nasıra,” dedi.
Gördüğü manzarayı içine çekerek duraksadı.
“Şu köye bakılacak olursa birinci yüzyıldayız.” Caleb büyülenmiş gibi Caitlin’e bakıyordu. Gözleri heyecanla parlıyordu. “Aslında, öyle görünüyor ki İsa’nın zamanında bile olabiliriz.”
İKİNCİ BÖLÜM
Scarlet yüzünü bir şeyin yaladığını hissetti ve gözlerini açtığında kör edici bir güneş ışığıyla karşılaştı. Yüzünü yalayan dil duracak gibi değildi ve Scarlet daha bakmadan bunun Ruth olduğunu anlamıştı. Onun ancak görebilecek kadar gözlerini araladı: Ruth eğilmiş, inliyordu ve Scarlet gözlerini açınca inanılmaz bir biçimde heyecanlandı.
Scarlet gözlerini daha fazla açmaya çalışınca vücuduna bir acı saplandığını hissetti; kör edici güneş ışığı çok rahatsız ediciydi, gözleri hiç olmadığı kadar hassaslaşmış ve neredeyse harap olmuştu. Başı fena halde ağrıyordu ve kendini zorlayıp gözlerini çok hafif aralayınca bir yerlerde, bir sokakta kaldırım taşının üzerinde yattığını gördü. İnsanlar aceleyle yanından geçip gidiyorlardı. Scarlet çok yoğun bir şehrin ortasında olduğunu anlamıştı. İnsanlar dört bir yana gidip geliyorlardı ve Scarlet günün ortasındaki bu kalabalığın gürültüsünü duyabiliyordu. Ruth inlemeye devam ederken Scarlet doğrulup oturdu ve nerede olduğunu hatırlamaya, anlamaya çalıştı. Ama hiçbir fikri yoktu.
Scarlet daha başına ne gelmiş olduğunu anlayamadan aniden birinin onu ayağıyla kaburgalarından ittiğini hissetti.
“Kalk!” diye derin bir ses geldi. “Burada uyuyamazsın.”
Scarlet omzunun üzerinden baktı ve hemen dibinde bir Romalı sandaleti gördü. Ardından başını kaldırdı ve hemen yanında dikilen bir Romalı asker gördü; üzerinde kısa bir asker ceketi vardı, beline kemer takmıştı ve bu kemerden aşağıya doğru küçük bir kılıç sallanıyordu. Başında ise üzerinde tüyler olan küçük bir pirinç miğfer vardı.
Asker tekrar eğildi ve Scarlet’i ayağıyla itekledi. Bu defa Scarlet’in karnını acıtmıştı.
“Ne dediğimi duydun mu? Kalk burdan yoksa seni tutuklayacağım.”
Scarlet onun sözünü dinlemek istedi ama gözlerini biraz açtığında güneş onları öyle bir acıttı ki nasıl kalkacağını, ne yöne döneceğini şaşırdı. Doğrulmaya çalıştı ama sanki ağır çekimde hareket ediyormuş gibi hissetti.
Asker kaburgalarına bir tekme savurmak için geriye doğru eğildi. Scarlet tekmenin geldiğini gördü, yeterince hızlı bir şekilde tepki gösteremeyince elleriyle kendini korumaya çalıştı.
Scarlet bir hırlama duydu, omzunun üzerinden bakınca Ruth’un sırtındaki tüylerin kabarmış olduğunu ve askere saldırdığını gördü. Ruth askerin ayak bileğini havada yakaladı ve bütün gücüyle keskin dişlerini bileğine geçirdi.
Asker acı bir çığlık koyuverdi ve bileğinden kan boşalırken çığlığı dört bir yanda yankılandı. Ruth askerin bileğini bırakacak gibi değildi, bütün gücüyle bileği tutmuş sallayıp duruyordu ve askerin daha biraz önceki kendini beğenmiş yüz ifadesi şimdi korkuya dönüşmüştü.
Kılıcının kınına doğru uzanarak kılıcını çıkardı ve onu havaya kaldırarak Ruth’un sırtına indirmeye hazırlandı.
İşte o an Scarlet bir şey hissetti. Sanki bir güç bedenini hâkimiyet altına alıyordu, sanki içinde başka bir kuvvet, başka bir varlık egemendi. Ne yapmakta olduğunun farkına varmadan birden harekete geçti. Bunu kontrol edemiyordu ve ne olduğunu anlamıyordu.
Scarlet ayağa fırladı, kalbi adrenalin patlaması yaşıyordu ve tam asker kılıcını aşağı indirirken bileğini havada yakalamayı başardı. Askerin kolunu tutarken içindeki daha önce hiç bilmediği bu gücün dışarı akmakta olduğunu hissetti. Asker bütün gücüne rağmen kıpırdayamadı.
Scarlet onun bileğini sıktı ve gücü o kadar baskın geldi ki asker şok içinde aşağıya doğru Scarlet’e bakınca sonunda kılıcını düşürdü. Kılıç çınlayarak kaldırım taşlarının üzerine düştü.
Scarlet usulca “Tamam Ruth, sorun yok,” dedi ve Ruth yavaş yavaş askerin ayak bileğini bıraktı.
Scarlet askerin kıpırdamasına izin vermeyerek bileğini tutup bir süre orada durdu.
Asker “Lütfen bırak gideyim,” diye yalvardı.
Scarlet içinden taşan gücü hissetti, istese ona gerçekten zarar verebileceğini anladı. Ama zarar vermek istemedi. Sadece yalnız başına kalmak istiyordu.
Scarlet yavaşça elini çekti ve onu serbest bıraktı.
Korku dolu gözlerle sanki bir şeytanla karşılaşmış gibi bakan asker hemen döndü ve kılıcını yerden geri almakla bile uğraşmayıp kaçarak uzaklaştı.
Scarlet onun daha fazla askerle geri gelebileceğini hissederek “Hadi gidelim Ruth,” dedi, etrafta oyalanmak istemiyordu.
Bir süre sonra ikisi birlikte yoğun kalabalığın içine daldılar. Scarlet gölgede kuytu bir yer bulana kadar kıvrılıp giden dar sokaklarda koşturdular. Scarlet, askerlerin onları burada bulamayacağını biliyordu ve kendini yeniden toparlamak, nerede olduklarını anlamak için biraz zamana ihtiyacı vardı. Scarlet sıcakta nefes almaya çalışırken Ruth da yanında hızlı hızlı soluk alıp veriyordu.
Scarlet kendi güçleri karşısında korkmuş ve büyülenmişti. Bir şeylerin değiştiğini anlamıştı, ama kendisine ne olduğunu tam olarak kavrayamamıştı; ayrıca herkesin nereye kaybolduğunu da anlamıyordu. Burası çok sıcaktı ve o tanımadığı, kalabalık bir şehirdeydi. Burası büyüdüğü Londra’ya hiç mi hiç benzemiyordu. Önünde uzanan sokağa doğru baktı ve orayı dolduran insanları izledi. Üzerlerinde cübbeler, ihramlar vardı ve ayaklarına da sandalet giymişlerdi; başlarının üzerinde ve omuzlarında incir ve hurma dolu büyük sepetler taşıyorlardı, bazıları ise türban