Морган Райс

Onurun Bedeli


Скачать книгу

aldı ve karnının guruldadığını hissetti. Birçok eşya satan bir dizi satıcının önünden geçerlerken gözleri büyüdü. Daha önce hiç görmediği egzotik nesneler ve yiyecekler gördü ve bu kozmopolit şehir hayatına hayran oldu. Burada her şey çok hızlıydı, herkes sürekli acele halindeydi, insanlar o kadar hızlı hareket ediyorlardı ki yanlarından geçen insanlara tam olarak bakamadan uzaklaşmış oluyorlardı. Bu durum ne kadar küçük bir şehirden gelmiş olduğunu fark etmesine neden oldu.

      Alec, hayatında gördüğü en büyük kırmızı renkli meyveleri satan bir satıcıya baktı. Bir tane meyve almak için elini cebine attığı sırada yandan omzuna vurulduğunu hissetti.

      Dönüp baktığında, iri yapılı, yaşlı, boyu ondan uzun, dağınık siyah sakallı bir adamın kaşları çatık bir şekilde kendisini süzdüğünü gördü. Adamın Alec’e hiç aşina gelmeyen, yabancı bir yüzü vardı ve Alec’in bilmediği bir dilde küfür etti. Daha sonra adam Alec’i ittirdi ve onu şaşırtacak şekilde sırtüstü uçup bir tezgâha çarpıp yere düşmesine sebep oldu.

      “Buna gerek yok” dedi Marco öne çıkıp bir elini adamın önünde tutup onu durdurarak.

      Fakat normalde pasif olan Alec içinde büyük bir öfke hissetti. Bu ona çok yabancı bir histi, ailesinin ölümünden beri derinlerde için için yanan, bir patlama noktasına ihtiyacı olan bir öfke… Ayaklarının üzerine sıçradı ve ileri atılıp, sahip olduğun bilmediği bir güçle adamın suratına yumruk atıp, adamın bir tezgâhın üzerine devrilmesini sağladı.

      Alec olduğu yerde durup kendinden bu kadar iri bir adamı devirmiş oluşuna hayret ederken, Marco da gözleri fal taşı gibi açılmış, yanında duruyordu.

      Adamın dev gibi arkadaşları o tarafa doğru koşmaya başladığında pazarda bir kargaşa meydana geldi. O sırada bir grup Pandesia askeri de meydanın bir yanından o tarafa doğru koşmaya başladı. Marco paniklemiş görünüyordu; Alec sıkıntılı bir durumda olduklarını anladı.

      “Bu taraftan!” dedi Alec’in kolunu yakalayıp sertçe çekiştirerek.

      İri yapılı adam ayağa kalkarken Pandesia askerleri de yaklaşmıştı. Alec ve Marco sokaklarda koşmaya başladı. Alec, şehrin sokaklarını çok iyi bilen arkadaşını takip ediyordu. Marco kısa yollara dalıyor, tezgâhlar arasında bir o yana bir bu yana gidiyor, dar sokak aralarına keskin dönüşler yapıyordu. Alec arkadaşının yaptığı zikzakları güçlükle takip edebiliyordu. Fakat başını çevirip omzunun üzerinden arkaya baktığında, büyük bir grubun yaklaşmakta olduğunu gördü. Adamlar, ikisinin kazanamayacağı kesin olan bir dövüş için geliyordu.

      “Buradan!” diye bağırdı Marco.

      Alec Marco’nun kanalın kıyısından aşağı atladığını gördü ve hiç düşünmeden, suya ineceğini varsayarak arkadaşının peşinden atladı.

      Alec bir su sıçrama sesi duymayınca şaşırdı, onun yerine kendini dipte, küçük taş bir çıkıntının üzerinde buldu, burası yukarıdan görülemiyordu. Nefes nefese olan Marco, sokağın altında, kayalara yerleştirilmiş, tahta bir kapıya dört kez vurdu ve bir saniye sonra kapı açıldı. Alec ve Marco, içeri, karanlığa çekilirken, kapı arkalarından kapandı. Kapı kapanmadan hemen önce Alec, koşarak kanalın kıyısına gelip, neler olduğunu anlamaya çalışan fakat aşağıyı göremeyen adamları gördü.

      Alec kendini, yeraltında, karanlık bir kanalda buldu ve şaşkına dönmüş bir şekilde, bileklerine kadar gelen suyun içinde koştu. Döne döne ilerlediler ve bir süre sonra yeniden güneş ışığı görünür hale geldi.

      Alec şehir sokaklarının altında büyük, taş bir oda olduğunu gördü. Güneş ışığı yukarıdaki kapılardan içeri süzülüyordu. Alec etrafını saran, kendi yaşlarında, hepsinin yüzü kir pas içinde olan ve iyi niyetli bir şekilde gülümseyen oğlanları görünce şaşırdı. Hepsi nefes nefese kalmıştı. Marco gülümsedi ve arkadaşlarıyla selamlaştı.

      “Marco” dedi arkadaşları ona sarılırken.

      “Jun, Saro, Bagi” diye yanıtladı Marco.

      Her biri tek tek öne çıkıp gülümseyerek Marco’ya sarıldı. Bu oğlanların Marco için bir kardeş gibi oldukları belli oluyordu. Hepsi Alec yaşlarında, Marco kadar uzun, geniş omuzlu, sert yüzlüydü ve tüm hayatlarını sokakta mücadele ederek geçirmiş gibi sert görünümlüydüler. Bu oğlanlar kendileri için bir yol çizmek zorunda kaldıkları belli olan oğlanlardı.

      Marco Alec’i yanına çekti.

      “Bu da” diye duyurdu “Alec. Artık o da bizden biri.”

      Bizden biri. Alec bunun kulağa hoş geldiğini düşündü. Bir yere ait olmak iyi hissettirmişti.

      Hepsi tek tek onunla tokalaştı ve bir tanesi, içlerinde en uzunları Bagi, başını sallayıp gülümsedi.

      “Tüm bu galeyana sebep olan sensin demek?” diye sordu gülümseyerek.

      Alec mahcup bir ifadeyle gülümsedi.

      “Adam beni itti” dedi.

      Tüm oğlanlar gülmeye başladı.

      “Bugün hayatımızı tehlikeye atmaya değecek başka sebepler kadar yeterli bir gerekçe” dedi Saro kibar bir şekilde.

      “Artık büyük şehirdesin kasabalı çocuk” dedi Jun sert bir ifadeyle, diğerlerinin aksine gülmüyordu. “Birimizi öldürtebilirdin. Bu aptalcaydı. Burada insanlar umursamaz, seni iterler ve daha kötü şeyler de yapabilirler. Başını önünde tut ve nereye gittiğine dikkat et. Eğer biri sana çarparsa yolunu değiştir, yoksa sırtına bir hançer yiyebilirsin. Bu defa şanslıydın. Burası Ur. Sokakta kime denk geleceğini asla bilemezsin ve burada insanlar seni herhangi bir sebepten bıçaklayabilir, hatta hiçbir sebep olmasa da bıçaklayabilir.”

      Yeni bulduğu arkadaşları dönüp mağaramsı tünellere doğru yöneldiğinde, Alec, onlara katılan Marco’ya yetişebilmek için acele etti. Hepsi de burayı avuçlarının içi gibi biliyormuş gibiydi, loş ışıkta bile bu yeraltı tünellerinde hiç sorun yaşamadan ilerleyebiliyorlardı. Etraflarında damlayan suların sesleri yankılanıyordu. Hepsinin burada büyüdüğü çok açıktı. Alec, Soli’de büyümüş olması, bu fazla dünyasal yeri görmesi ve şehirli delikanlılar nedeniyle kendini çok yetersiz hissetti. Hepsi de açık şekilde Alec’in hayal bile edemeyeceği zorluklar ve deneyimler yaşamıştı. Sıkı bir ekiptiler, birlikte birçok kavgaya karıştıkları belli oluyordu ve hepsinden önemlisi de hayatta kalmayı başarabilen tiplerdi.

      Bir dizi pasajı geçtikten sonra oğlanlar dik, metal bir merdivene tırmandılar ve kısa süre sonra Alec kendini tekrar yerin üstünde, sokakta, Ur’un bir başka köşesinde, itiş kakış halindeki kalabalığın arasına karışırken buldu. Dönüp etrafına baktı ve merkezinde bakır bir çeşme bulunan, büyük bir şehir meydanı gördü. Burayı çıkaramamıştı. Bu geniş şehrin mahallelerinin takibini yapmakta oldukça zorlanıyordu.

      Oğlanlar, alçak, bodur, taştan yapılma sahibi belirsiz bir binanın önünde durdu. Bu bina da alçak, eğimli kırmızı kiremit çatısıyla diğer binalara benziyordu. Bagi kapıyı iki kez tıklattı ve bir an sonra sahipsiz, paslı kapı açıldı. Hepsi hızla içeri girdi ve kapıyı arkalarından kapattılar.

      Alec kendini, yalnızca yüksek pencerelerden gelen güneş ışığıyla aydınlatılan loş bir odada buldu. Çekiçlerin örslerin üzerinde çıkarttığı tanıdık sesi fark edince dönüp etrafını ilgiyle incelemeye başladı. Bir ocağın tıslamasını duydu, tanıdık buhar bulutlarını gördü ve anında kendini evde gibi hissetti. Bir demirci ocağında olduğunu anlamak için etrafa bakmasına gerek kalmamıştı. İçerisi silah üretmekle meşgul demircilerle doluydu.