Морган Райс

Onurun Bedeli


Скачать книгу

daha sonra uzanıp Beyaz’ı aldı ve arabanın arkasına, Aidan’ın yanına nazikçe bıraktı. Beyaz, samanların arasında Aidan’ın yanına kıvrıldı, başı çocuğun dizindeydi ve gözleri tükenmişlik ve acıdan yarı açıktı. Aidan bu hissi çok iyi anlıyordu.

      Motley de arabaya tekrar binince sürücü kırbacını şaklattı ve kervan yeniden yola koyuldu. Müzik tekrar çalmaya başladığında herkes neşelenmişti. Bu neşe verici bir şarkıydı, kadınlar ve erkekler arpların tellerini çekiyor, flüt ve zil çalıyordu ve birçok insan, Aidan’ı şaşırtacak şekilde, hareket halindeki arabaların içinde dans ediyordu.

      Aidan daha önce hiç bu kadar neşeli bir grup insanla karşılaşmamıştı. Tüm hayatını savaşçılarla dolu bir kalenin kasvet ve sessizliği içinde geçirmişti ve bütün bunlara ne anlam vereceğini bilemiyordu. Biri nasıl olup da bu kadar mutlu olabilirdi? Babası ona hep hayatın ciddi bir şey olduğunu öğretmişti. Tüm bunlar önemsiz değil miydi?

      Tümsekli yolda ilerlerlerken Beyaz acıyla inledi ve Aidan başını vurdu. Motley yanlarına geldi ve Aidan’ı şaşırtan bir şekilde köpeğin yanında diz çöküp yaralarına yeşil bir merhem sürerek kompres uyguladı. Yavaş yavaş Beyaz’ın inlemesi kesildi ve Aidan Motley’in yardımı için ona minnettar oldu.

      “Sen kimsin?” diye sordu Aidan.

      “Açıkçası birçok isim aldım” dedi Motley. “En iyisi ‘aktör’ oldu. Daha sonra ‘dolandırıcı’, ‘soytarı’, ‘şaklaban’… liste uzayıp gidiyor. Bana nasıl istersen öyle hitap edebilirsin.”

      “Öyleyse sen bir savaşçı değilsin” dedi Aidan hayal kırıklığına uğramış bir şekilde.

      “Savaşçı” diye tekrarladı Motley, başını merak içinde sallayarak. “Bana hiç bu şekilde hitap edilmedi. Ben de hiçbir zaman bu şekilde anılmayı istemedim.”

      Aidan kaşlarını çattı, idrak edemiyordu.

      “Ben savaşçı bir soydan geliyorum” dedi Aidan gururlu bir şekilde, acısına rağmen göğsünü gererek. “Babam muhteşem bir savaşçıdır.”

      “Öyleyse senin için üzgünüm” dedi Motley, hala gülüyordu.

      Aidan’ın kafası karışmıştı.

      “Üzgün müsün? Neden?”

      “Bu bir cezadır” diye yanıtladı Motley.

      “Bir ceza mı?” dedi Aidan. “Hayatta bir savaşçı olmaktan daha harika bir şey yoktur. Tek hayalim bir savaşçı olmak.”

      “Öyle mi?” dedi Motley memnun bir şekilde. “O halde senin için iki kat üzgünüm. Bence ziyafet çekmek, gülmek, güzel kadınlarla yatmak olabilecek en harika şeyler; hatta ülkede gezinip bir başkasının midesine kılıç saplamayı ummaktan çok daha iyi.”

      Aidan kızardı, sinirlenmişti; daha önce kimsenin savaş hakkında bu şekilde konuştuğunu duymamıştı ve alındı. Daha önce hiç kendisine bu kadar uzak biriyle tanışmamıştı.

      “Senin hayatında onurun yeri yok mu?” diye sordu Aidan kafası karışmış şekilde.

      “Onur mu?” diye sordu Motley, gerçekten şaşırmış gibi görünüyordu. “Bu, uzun zamandır duymadığım bir kelime ve senin gibi genç biri için de fazlasıyla büyük.” Motley iç geçirdi. “Onur diye bir şeyin varlığına inanmıyorum; en azından ben görmedim. Bir seferinde onurlu biri olmayı düşündüm fakat bana hiçbir şey getirmedi. Ayrıca, üçkâğıtçı kadınlara av olan birçok onurlu adam gördüm” diye sözlerini bitirdi ve arabadaki diğer herkes kahkaha attı.

      Aidan etrafına baktı ve tüm o dans eden, şarkı söyleyen ve sürekli içki içen insanları inceledi. Bu grupla yolculuk yapmak konusunda karmaşık duygular içine girmişti. Bu insanlar kibar insanlardı fakat hiçbiri bir savaşçı hayatı yaşamayı düşlemiyordu, hiçbiri kendini mertliğe adamamıştı. Onu aldıkları için minnettar olması gerektiğini biliyordu ve zaten öyleydi de fakat onlarla yolculuk yapmak hakkında ne hissetmesi gerektiğini bilemiyordu. Bunlar kesinlikle babasının iş yapacağı türden insanlar değildi.

      “Sizinle yolculuk yapacağım” dedi Aidan sonunda. “Biz yol arkadaşı olacağız. Fakat kendimi sizinle silah arkadaşı olarak göremiyorum.”

      Motley’in gözleri fal taşı gibi açıldı. Şoke olmuştu ve en az on saniye, sanki ne diyeceğini bilemiyormuş gibi sessizce durdu.

      Sonunda ise aşırı derecede çok uzun süren ve etrafında yankılanan bir kahkahaya boğuldu. Aidan bu adamı anlayamamıştı ve hiçbir zaman da anlayabileceğini sanmıyordu.

      “Sanırım seninle yol arkadaşlığı keyifli olacak evlat” dedi sonunda Motley gözlerindeki yaşları silerken. “Evet, seninle yolculuk çok keyifli olacak.”

      BÖLÜM DOKUZ

      Duncan, etrafı adamlarıyla çevrili başkent Andros’un içinde yürüyordu. Arkasında, muzaffer, övünç dolu binlerce askeri yürüyor, bu özgürleştirilmiş şehirde yürürlerken zırhları şakırdıyordu. Gittikleri her yerde halkın muzaffer tezahüratlarıyla karşılanmışlardı, kadınlar ve erkekler, gençler ve yaşlılar, hepsi başkente ait gösterişli giysilerini giyiyor, şehrin parke taşlı sokaklarında koşuyor ve onların üzerlerine çiçekler ve lezzetli yiyecekler atıyorlardı. Herkes gurur içinde Escalon bayraklarını sallıyordu. Duncan kendi ülkesinin renklerinin yeniden dalgalandığını, daha bir gün önce baskı altında olan fakat şimdi son derece coşkun, son derece özgür insanları görünce kendisi de muzaffer hissetti. Bu, hayatı boyunca unutamayacağı bir manzaraydı, o güne kadar yaptığı her şeye değen bir manzara…

      Sabahın ilk ışıkları başkente vururken Duncan bir rüyada yürüyormuş gibi hissetti. Bir daha asla adımını atamayacağı, en azından hayattayken tekrar gelemeyeceği, gelse bile bu şartlarda olmayacağından emin olduğu yerdeydi, Andros’ta, başkentte. Escalon’un incisi, binlerce yıldır kralların tahtı olmuş şehir şimdi onun kontrolündeydi. Pandesia garnizonları düşmüştü. Adamları kapıları, yolları ve sokakları kontrol ediyordu. Bu umduğundan fazlasıydı.

      Yalnızca birkaç gün önce hala Volis’teydi ve tüm Escalon hala Pandesia’nın demir prangası altındaydı. Fakat artık tüm kuzeybatı Escalon özgürlüğüne kavuşmuştu ve başkenti, ülkenin kalbi ve ruhu Pandesia’nın hükmünden kurtulmuştu. Duncan bu zaferi yalnızca hız ve sürprizle elde ettiklerini fark etti. Bu büyük bir zaferdi fakat aynı zamanda geçici olma olasılığı da olan bir zaferdi. Haber Pandesia İmparatorluğu’na ulaştığında onun için geleceklerdi ve bu kez birkaç garnizonla değil, tüm güçleriyle saldıracaklardı. Yeryüzü fillerin izdihamıyla dolabilir, gökyüzü oklarla kapanabilir, deniz gemiler yüzünden görünmeyebilirdi. Fakat bunların hiçbiri yapmakta olduğu şeye, bir savaşçı olarak kendisinden beklenene sırtını dönmesi için bir bahane değildi. Şimdilik hiç olmazsa eski hallerine dönebilmişlerdi ve hiç olmazsa şimdilik özgürlerdi.

      Duncan bir çarpma sesi duydu ve dönüp baktığında dev, Yüce Efendi Ra, Pandesia’nın ulu yöneticisi heykelinin onlarca vatandaş tarafından halatlarla yere devrilmiş olduğunu gördü. Heykel yere çarptığında binlerce küçük parçaya ayrıldı ve halk heykelin kalıntılarını tekmeleyerek sevinç gösterileri yaptılar. Daha fazla vatandaş ileri atılıp Pandesia’nın devasa mavi ve sarı bayraklarına asılıp, onları duvarlardan, binalardan ve çan kulelerinden yırtarak söktüler.

      Duncan tüm bu büyük hayranlık gösterisi, özgürlüğünü geri kazanan bu insanlardaki gurur duygusu karşısında gülümsemesine engel olamadı; insanların neler hissettiğini çok iyi anlayabiliyordu. Kavos, Bramthos, Anvin, Arthfael ve Seavig’e ve tüm adamlarına