bile izin vermemişti babası.
“İşte hepsi bu kadar,” dedi babası. “Artık eve dönebiliriz.”
Wallander bir yerde durup bir şeyler yemeleri gerektiğini düşündü. Bunu babasına söyleyince şaşkınlıkla karşı çıkmadığını fark etti. Svedala motelinin önünde arabadan indiler ve motelin kafeteryasına gittiler.
“Burası self-servis,” dedi Wallander. “Garson olduğunu sanmıyorum.”
“O zaman biz de başka bir yere gideriz,” diye karşılık verdi babası. “Eğer dışarıda yemek yiyeceksek birilerinin bana servis yapmasını isterim.”
Wallander babasının üstündeki lekeli tuluma kaygıyla bir göz attıktan sonra Skurup’taki pizzacıyı önerdi, arabaya atlayarak gittiler. Pizzacıda günün menüsünü ısmarladılar. Yemeklerini yerken Wallander babasını hiçbir zaman istediği gibi tanıyamayacağını düşünüyordu. Eskiden onun diğer insanlardan çok farklı olduğunu düşünürdü ama şimdi bundan o kadar emin değildi. Geçen yıl kendisini terk eden karısı Mona, Kurt Wallander’e babasını tanımak için hiç çaba harcamadığını söylerdi. Kim bilir belki de babamla olan benzerliklerimi görmek istemiyorumdur. Belki ona benzemekten korkuyorum. İnatçı ve kendi görmek istediklerinin dışında bir şeyi kabul etmeyen biri olduğumu fark etmek istemiyor olabilirim.
Ama aynı zamanda bir polisin inatçı olmasının bir avantaj olduğunu da düşünüyordu. Eğer birçok olayda inatçı olmasaydı belki de bu olayların çoğu çözülemeyecekti. Dikbaşlılık mesleki bir hastalık değildi.
“Sağır mı oldun?” diye sordu babası.
“Affedersin. Bir şey düşünüyordum.”
“Eğer karşımda put gibi oturacaksan bir daha seninle yemeğe çıkmam.”
“Ne söylememi istiyorsun?”
“İşlerinin nasıl olduğunu anlatabilirsin. Kızından söz edebilirsin. Hatta bana kendine yeni bir sevgili bulduğunu bile söyleyebilirsin.”
“Yeni bir sevgili mi?”
“Yoksa hâlâ küs müsün yaşama?”
“Hayır ama kendime yeni bir sevgili bulamadım henüz.”
“Neden?”
“Bu işler sandığın kadar kolay olmuyor.”
“Peki, ne yapıyorsun?”
“Ne demek istiyorsun?”
“Çok zor bir soru mu sordum? Sana kendine yeni bir sevgili bulmak için ne yaptığını sordum, o kadar.”
“Eğer barlara gidip gitmediğimi soruyorsan, hayır gitmiyorum.”
“Hiçbir şey sormak istemiyorum. Yalnızca merak etmiştim. Her geçen yıl daha da tuhaflaşıyorsun.”
“Tuhaf mı?”
“Sana söylediğim gibi yapmalıydın. Asla polis olmamalıydın.”
Demek yine aynı konuya döndük, diye geçirdi içinden Wallander. Hiçbir şey değişmiyor… Terebentin kokusu. 1967 yılının o buz gibi soğuk günü. O sırada hâlâ Limhamn’daki evde oturuyorlardı ama kısa bir süre sonra Wallander oradan ayrılacaktı. Bir posta bekliyordu, postacıyı her gördüğünde koşarak posta kutusuna gidiyor ve postaları yırtarcasına açıyordu, sonunda beklediği posta gelmişti. Polis Akademisi’ne kabul edilmişti ve sonbaharda okul başlıyordu. Koşarak babasının stüdyosuna gitmişti.
“Polis Akademisi’ne kabul edildim!” diye bağırmıştı. Ne var ki babası onu kutlamamıştı. Elindeki fırçayı bile bırakmamış, resim yapmaya devam etmişti. Wallander babasının gün batımında kızıla boyanan bulutların resmini yapmayı sürdürdüğünü ve bir evlat olarak ne denli hayal kırıklığına uğradığını hâlâ hatırlıyordu.
Garson kahvelerini getirdi.
“Polis olmamı neden istemediğini hâlâ anlamış değilim,” dedi Wallander.
“Sen istediğini yaptın,” dedi babası.
“Bu bir yanıt değil.”
“Doğrusu oğlumun sürekli olarak üstünde kurtçuklar kaynayan cesetlerin arasında dolaşacağı hiç aklıma gelmezdi.”
Bu cevap Wallander’i şaşkına çevirmişti. Üstünde kurtçukların kaynadığı cesetler mi?
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Wallander.
Babası bu soruyu yanıtlamadı. Kahvesinin son yudumlarını içmekle yetindi.
“Kahvem bitti,” dedi. “Gidelim mi?”
Wallander hesabı istedi. Ödedikten sonra da, hiçbir zaman doğru düzgün bir yanıt alamayacağım, diye geçirdi içinden. Polis olmama neden hiçbir zaman razı gelmediğini asla öğrenemeyeceğim.
Restorandan çıktıktan sonra arabaya atlayarak Löderup’a döndüler. Rüzgâr iyice sert esiyordu. Babası tuvalleri ve boyaları alarak stüdyoya götürdü.
“Ne zaman iskambil oynayacağız?” diye sordu.
“Bir iki gün içinde gelirim, oynarız,” diye karşılık verdi Wallander.
Daha sonra da Ystad’a geri döndü. Öfkelensin mi yoksa şaşırsın mı bir türlü kestiremiyordu. Sürekli olarak cesetlerin arasında dolaşmak! Babası ne demeye çalışıyordu? Odasına girdiğinde saat 12.45 olmuştu. Bu arada babasını bir daha gördüğünde ondan kesin bir yanıt almaya karar vermişti. Kendini zorlayarak bu konuyu kafasının bir kenarına atmış, yeniden polis olmaya çalışıyordu. İlk iş olarak Björk’le konuşacaktı ama ahizeyi kaldırıp onun numarasını çeviremeden telefonu çaldı. Ahizeyi kaldırdı.
“Wallander.”
Hatta cızırtılar vardı. Adını bir kez daha yineledi. “Şu kurtarma botuyla ilgilenen sen misin?”
Wallander sesi tanımamıştı. Bu hızlı hızlı ve baskı altında konuşan bir erkek sesiydi. “Kimsiniz?”
“Bu önemli değil. Ben kurtarma botu için aramıştım.”
Wallander not defterine uzandı. “Geçen gün arayan sen miydin?”
“Ben mi?” Adamın sesi gerçekten şaşırmış gibi gelmişti.
“Ystad’a yakın bir yerde kıyıya vuracak bir kurtarma botu konusunda bizi uyaran sen değil miydin?”
“Boş ver,” diyerek adam telefonu kapattı.
Wallander bu konuşmanın ayrıntılarını not defterine yazdı. Hata yaptığının farkındaydı. Adam kurtarma botundaki cesetler hakkında konuşmak için onu aramıştı ama başka birinin de aradığını duyunca çok şaşırmış, hatta korkmuş ve telefonu kapatmıştı. Onun, Martinson’un konuştuğu adam olmadığı ortadaydı. Bu da konuyla ilgili bilgisi olanların sayısının birden fazla olduğunu gösteriyordu. Martinson haklıydı; olanları kim gördüyse, bunları bir gemiden görmüş olmalıydı. Kara kışta kimse tekneyle dolaşmaya çıkmayacağına göre görgü tanıkları gemi tayfaları olmalıydı. Ama hangi geminin? Bu Baltık Denizi’nden geçen herhangi bir feribot, bir balıkçı teknesi, bir şilep ya da bir petrol tankeri olabilirdi.
Kapının eşiğinde Martinson belirdi.
“Hazır mısın?” diye sordu.
Wallander ona az önceki telefondan şimdilik söz etmemeye karar verdi. Tüm olanları yeniden gözden geçirdikten sonra meslektaşlarına bundan söz edecekti.
“Henüz Björk’le konuşmadım,” demekle yetindi. “Yarım saat sonra buluşalım.”
Martinson odadan çıkınca