eksi üç dereceyi gösteriyordu. Gökyüzü pırıl pırıldı ve rüzgâr durmuştu. Mutfakta uzunca bir süre oturarak gece yaşadıklarını düşündü. Sancıları ve geceyi hastanede geçirmesi ona gerçek dışı gelmeye başlamıştı. Ama olanları göz ardı etmemesi gerektiğinin de farkındaydı. Yaşamı kendi sorumluluğundaydı.
Ancak saat 08.15’te işe gidebileceğine karar verebilmişti. Emniyetten içeri girer girmez, Björk, Stockholm’den adli tıp ekibinin zaman kaybetmeden getirilip olay yerinde bir temiz soruşturma yapması gerektiğini söyledi.
“Olay yeri diye bir şey yok ki,” dedi Wallander. “Emin olduğumuz tek şey var, o da adamların kurtarma botunda öldürülmedikleri.”
“Rydberg artık olmadığına göre başkalarından yardım istemek zorundayız,” dedi Björk. “Güvenebileceğimiz bir uzman yok burada. Botun bulunduğu sahili neden kordon altına almadınız?”
“Cinayet o sahilde işlenmedi ki. Bot suda yüzüyordu. Dalgaların arasına plastik bir kordon mu çekecektik yani?”
Wallander öfkelenmişti. Evet, Ystad’da Rydberg kadar deneyimli başka birinin olmadığı doğruydu ama bu, Stockholm’den ne zaman yardım isteneceğine karar verebilecek düzeyde olmadığı anlamına da gelmezdi.
“Ya kararları benim almama izin verirsin,” dedi. “Ya da bu olayla sen ilgilenirsin.”
“Elbette kararları sen alacaksın,” diye karşılık verdi Björk. “Ama Stockholm’e danışmadan hareket etmenin hata olduğunu düşünüyorum.”
“Evet, ama ben öyle düşünmüyorum.”
Hâlâ bir yol alamamışlardı.
“Daha sonra tekrar konuşuruz,” dedi Wallander. “Düşüncelerini öğrenmem gereken bir iki konu daha var.”
Björk şaşırmıştı.
“Bir şey mi buldun?” diye sordu. “Oysa ben tıkandığımızı sanıyordum.”
“Pek sayılmaz. On dakika sonra yanında olurum.”
Odasına giderek hastaneyi aradı ve hemen Mörth’e bağlandı.
“Yeni bir şey var mı?” diye sordu patoloğa.
“Raporu yazıyordum,” diye karşılık verdi Mörth. “Bir iki saat daha sabredebilir misin?”
“Björk’e somut bir şeyler vermem gerek. Ne zaman öldüklerini söyleyebilir misin?”
“Hayır. Laboratuvar sonuçlarını almamız gerek. Hücre dokuları çürümüş. Ancak bir varsayımda bulunabilirim.”
“Hadi o zaman.”
“Varsayımda bulunmaktan hoşlanmadığımı bilirsin. Bunun sana ne yararı olabilir ki?”
“Deneyimli olan sensin. Ne yaptığını iyi biliyorsun. Test sonuçları senin zaten kuşkulandığın şeyleri gösterecek, başka bir şey ortaya çıkmayacak ki. Neden kuşkulandığını kulağıma söylesen de olur. Söz, kimseciklere söylemeyeceğim.”
Wallander bekledi.
“Bir hafta,” dedi sonunda Mörth. “En az bir hafta olmuş olmalı. Ama bunu sana söylediğimi kimseye söyleme.”
“Unuttum bile. Adamların Rus ya da Doğu Avrupalı olduğundan emin misin?”
“Evet.”
“Hiç beklemediğin bir şey çıktı mı?”
“Mermi konusunda bir şey bilmiyorum ama daha önce hiç bu tür bir mermi görmemiştim.”
“Başka bir şey var mı?”
“Evet. Adamlardan birinin kolunda bir dövme var. Süvari kılıcına benziyor. Bir tür Türk palası gibi bir şey.”
“Anlayamadım. Ne gibi bir şey dedin?”
“Kılıç. Benim gibi bir patoloğun artık tarihe karışmış bir silah konusunda uzman olmasını bekleyemezsin.”
“Dövmede yazı var mı?”
“Anlayamadım?”
“Dövmelerde genellikle bir şeyler yazılır. Bir kadın ya da yer adı gibi.”
“Hayır, yazı yoktu.”
“Başka?”
“Şimdilik bu kadar.”
“Tamam, teşekkür ederim.”
“Rica ederim.”
Wallander telefonu kapattıktan sonra kahvesini alarak Björk’ü görmeye gitti. Martinson’la Svedberg’in odalarının kapıları açıktı ama ikisi de içeride değildi. Telefonda konuşan Björk’ün konuşmasını bitirmesini beklerken oturup kahvesini içti. Björk sinirli bir ses tonuyla bir şeyler söyledikten sonra ahizeyi sert bir şekilde yerine koyunca Wallander boş bulunup sıçradı.
“Bu duyduğum en saçma şey,” dedi Björk. “Hâlâ direnmenin ne anlamı var?”
“Güzel bir soru,” dedi Wallander. “Ama neden söz ettiğini anlamadım.”
Björk öfkeden titriyordu. Wallander onu daha önce hiç böyle sinirli görmemişti.
“Ne oldu?” diye sordu.
Björk başını çevirip ona baktı. “Bu konuda bir şey söylememem gerektiğini biliyorum ama söylemek zorundayım. Lenarp’taki yaşlı çifti öldüren o piç kurularından biri olan Lucia, geçen gün izinli olarak hapisten çıkmış. Geri dönmediğini söylememe gerek yok sanırım. Büyük olasılıkla çoktan buradan kaçıp gitmiştir. Onu bir daha asla yakalayamayacağız.”
Wallander duyduklarına inanamıyordu.
“İzin mi vermişler? İçeri gireli daha bir yıl bile olmamıştı. Bu ülkede tanık olduğumuz en vahşi ve acımasız cinayetlerden biriydi. Nasıl olur da ona izin verirler?”
“Annesinin cenazesine gidecekmiş.”
Wallander’in ağzı bir karış açık kalmıştı.
“Ama annesi on yıl önce ölmüştü! Çek polisinin bize yolladığı raporda okumuştum.”
“Kız kardeşi olduğunu söyleyen bir kadın hapishaneye gitmiş ve kardeşinin cenazeye katılması için görevlilere yalvarmış. Anlaşılan kimse belgeleri kontrol etme zahmetine girmemiş. Kadının elinde bir kâğıt varmış ve kâğıtta da cenaze töreninin Ängelholm’daki bir kilisede yapılacağı yazıyormuş. Bu kâğıdın sahte olduğu ortada! Bu ülkede hâlâ sahte cenaze töreni için sahte bir davetiye hazırlanabileceğini düşünemeyen bazı safların olduğu anlaşılıyor. Yanına bir gardiyan vererek törene gitmesine izin vermişler. Bu olay iki gün önce oluyor. Cenaze töreni olmadığı gibi, kız kardeşinin de olmadığı anlaşılmış daha sonra. Gardiyanı etkisiz hâle getirmişler, ellerini ve ayaklarını bağlayarak Jönköping yakınlarında bir ormana bırakmışlar. Daha da ileri giderek hapishane aracına binip Limhamn yolundan Kastrup Havaalanı’na gitmişler. Araba hâlâ havaalanında ama onlar ortada yok.”
“Akıl alır gibi değil,” dedi Wallander. “Onun gibi bir caniye kim izin verebilir?”
“Reklam panolarında yazdığı gibi: İsveç fantastik bir yerdir,” dedi Björk. “Bu iş midemi bulandırıyor.”
“Bunun sorumlusu kim? Ona izin veren kişinin içeri kapatılması gerekir. Böylesi bir şey nasıl olabilir?”
“Bu konuyla ilgileneceğim,” dedi Björk. “Ama oldu işte. Kuş kafesten uçtu.”
Wallander, Lenarp’ta vahşice katledilen yaşlı çifti düşündü. Hayal kırıklığı içinde Björk’e baktı.
“Ne yararı