Хеннинг Манкелль

Riga'nın Köpekleri


Скачать книгу

ışıkta durduğunda, takım elbiseli iki adam, dedi kendi kendine. Bir kurtarma botunda… Burada garip bir şeyler vardı. Neye tanık olduğunu tam olarak anlayamıyordu. Adamların batan bir gemiden kurtulmak için bota binmedikleri ortadaydı. Bunu kanıtlayamazdı ama emindi. Adamlar bota bindirildiklerinde çoktan ölmüş olmalıydılar.

      Birden hızla sağa dönerek meydandaki kitapçının hemen karşısındaki telefon kulübesinin önünde durdu. Söyleyeceklerini defalarca kafasından geçirdikten sonra 90 000’ı çevirerek polisi istedi. Yanıt vermelerini beklerken telefon kulübesinin kirli camından karın başladığını gördü.

      Tarih 12 Şubat 1991’di.

      2

      Ystad Emniyet Müdürlüğü’nde odasında oturan Kurt Wallander gerinerek esnedi. Esnemekten çenesinin altındaki kaslardan birine kramp girdi. Acı çok yoğundu. Wallander kası gevşetmek için sağ eliyle çenesinin altına sert bir şekilde vurdu. Tam bunu yaparken genç polislerden Martinson içeri girdi ve şaşkınlıkla kapının önünde kalakaldı. Ağrı geçinceye kadar Wallander çenesine masaj yapmayı sürdürdü. Martinson içeri girmekten vazgeçerek arkasını döndü.

      “Gelsene,” diye seslendi Wallander. “Senin hiç esnerken çene kasların kilitlenmedi mi?”

      Martinson hayır anlamında başını salladı.

      “Hayır,” dedi. “Ben de senin ne yaptığını anlamaya çalışıyordum.”

      “Artık öğrendin,” dedi Wallander. “Ne istiyorsun?”

      Martinson yüzünü buruşturarak oturdu. Elinde bir not defteri vardı.

      “Birkaç dakika önce çok garip bir telefon geldi,” dedi. “Sana haber vermek istedim.”

      “Buraya her gün garip telefonlar geliyor,” dedi Wallander, polisin neden kendisini bunun için rahatsız ettiğini anlamaya çalışıyordu.

      “Ne düşüneceğimi bilemiyorum,” dedi Martinson. “Bir adam telefon kulübelerinden birinden aradı. Kurtarma botundaki iki cesedin buraya yakın bir yerde sahile vuracağını söyledi. Adını, cesedin kimlere ait olduğunu ya da neden öldürüldüklerini söylemeden telefonu kapattı.”

      Wallander şaşkınlıkla baktı.

      “Hepsi bu kadar mı?” diye sordu. “Adamla kim konuştu?”

      “Ben konuştum,” dedi Martinson. “Az önce söylediklerimi söyledi. Bana doğru söylüyormuş gibi geldi.”

      “Doğru söylüyormuş gibi, ha?”

      “Bir süre sonra insan karşısındakinin doğru mu yoksa yalan mı söylediğini sesinden anlıyor,” diye karşılık verdi Martinson duraksayarak. “Bazen daha ilk sözcükten her şeyin yalan olduğu anlaşılır. Ama bu kez, arayan her kimse, yalan söylemiyordu.”

      “Kurtarma botunda iki cesedin buraya yakın bir yerde sahile vuracağını mı söyledi?”

      Martinson evet anlamında başını salladı.

      Wallander bir kez daha esneyerek arkasına yaslandı.

      “Bir geminin battığına ya da buna benzer bir şey olduğuna dair bir haber geldi mi?”

      “Hayır,” diye karşılık verdi Martinson.

      “Sahildeki tüm polis merkezlerini bilgilendir,” dedi Wallander. “Sahil güvenliğine haber ver. Ama kimliğini açıklamayan birinden gelen bir telefon yüzünden de soruşturma başlatamayız. Bekleyelim, bakalım neler olacak?”

      Martinson başını onaylarcasına sallayarak ayağa kalktı.

      “Haklısın,” dedi. “Beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok.”

      “Hava iyice bozdu,” dedi Wallander başını pencereye doğru sallayarak. “Kar yağıyor.”

      “Kar yağsın yağmasın, ben eve gidiyorum,” dedi Martinson saatine bakarak.

      Martinson odadan çıktı. Wallander gerindi. Kendini çok yorgun hissediyordu. İki gece üst üste nöbetçi olduğundan tüm acil olaylarla ilgilenmek zorunda kalmıştı. İlk gece, kendini Sandskogen’deki boş bir eve hapseden bir tecavüzcüyü yakalamakla geçmişti. Sabahın beşinde adam teslim olmuştu. Ertesi akşamsa şehir merkezinde işlenen bir cinayetle ilgilenmek zorunda kalmıştı. Bir doğum günü partisinde olaylar çığırından çıkmış ve doğum gününü kutlayan adam şakağından bıçaklanmıştı.

      Yerinden kalkarak parkasını sırtına geçirdi. Yatıp uyumalıyım, diye geçirdi içinden. Kar fırtınasıyla başkası ilgilensin. Emniyetten çıkınca arkasından esen sert rüzgârla birlikte iki büklüm oldu. Peugeot’suna bindi. Cama çarpıp kaportanın üstüne düşen kar taneciklerini izledi bir süre. Motoru çalıştırdı, kasetçalara bir kaset koyup gözlerini kapadı.

      Gözlerini kapar kapamaz Rydberg’i düşünmeye başladı. Onu kanserden kaybedeli daha bir ay bile olmamıştı, hem meslektaşı hem de dostuydu. Wallander, bir yıl önce Lenarp’ta öldürülen yaşlı bir çiftin katilini Rydberg’le birlikte yakalamaya çalıştıkları sırada onun hasta olduğunu öğrenmişti. Yaşamının son aylarında Rydberg’in dışında herkes kaçınılmaz sonun yaklaştığının farkındaydı ve Wallander, Rydberg’i bir daha göremeyeceğini bile bile emniyete gitmenin nasıl bir şey olacağını düşünüp durmuştu. Rydberg olmadan, onun deneyimlerinden yararlanmadan ve ona akıl danışmadan ne yapacaktı? Bu soruları yanıtlamak için henüz çok erkendi. Rydberg son kez hastalık iznine ayrıldıktan ve daha sonra da öldükten sonra hiç zor bir olayla karşılaşmamıştı. Ama onu kaybetmenin acısı hâlâ çok tazeydi.

      Silecekleri çalıştırarak arabasını eve doğru sürdü. Şiddetini arttırması beklenen kar fırtınası yüzünden herkes evine kaçmış gibiydi. Sokaklar bomboştu. Österleden’in dışındaki bir benzincide durarak akşam gazetelerinden birini satın aldı. Daha sonra da Maria Caddesi’ndeki evinin önünde arabasını park edip yukarıya çıktı. Duş alacak, sonra da bir şeyler yiyecekti. Yatmadan önce de Löderup yakınlarında küçük bir evde oturan babasına telefon edecekti. Bir yıl önce babası bir gece yarısı pijamayla evden çıkıp kafası karışmış bir hâlde dışarıda dolaştığından bu yana Wallander, babasına her gün telefon etmeyi alışkanlık hâline getirmişti. Babasını sıklıkla görmeye gitmediği için vicdan azabı çektiğinden, bunu, babası için olduğu kadar kendisi için de yaptığının farkındaydı. Bir yıl önceki olaydan sonra, düzenli olarak babasını görmeye giden ve ev işlerinde ona yardım edebilecek bir yardımcı bulmuştu. Bu da babasının bazen dayanılmaz boyuta ulaşan asabiyetinin azalmasına yardımcı olmuştu. Yine de Wallander içindeki suçluluk duygusundan bir türlü kurtulamıyor ve babasına yeterli zaman ayırmadığını düşünüyordu.

      Wallander duşunu aldı, kendisine omlet yaptı ve babasına telefon etti. Daha sonra da yattı. Yatak odasındaki panjurları kapatmadan önce dışarıya baktı. Sokak lambası rüzgârda sallanıyordu. Kar tanecikleri gözlerinin önünde dans ederek yere düşüyorlardı. Termometre eksi üç dereceyi gösteriyordu. Beklenilen fırtına gelmişti. Panjurları kapattı. Yatağına yattı ve derin bir uykuya daldı.

      Ertesi sabah Wallander saat 07.15’te emniyette işinin başındaydı. Ufak tefek bir iki trafik kazası dışında gece şaşılacak derecede sakin geçmişti. Kar fırtınası beklenildiği kadar şiddetli olmamıştı. Kantine gitti, gece vardiyasında çalışan polisler kahve içiyorlardı, onları başıyla selamladı, sonra da gidip bir fincan kahve aldı. Sabah uyanır uyanmaz bugün, nice zamandan beri bekleyen raporları yazmaya karar vermişti. Ayrıca bir de Polonyalı bir çeteyle de ilgilenmesi gerekiyordu. Herkes suçu birbirinin üstüne atıyordu. Olanları tutarlı bir şekilde anlatacak tek bir tanık bile yoktu ama konuyla ilgili bir rapor yazılması