uzun süre görüşmüştü.
Wallander onlara zaten bildikleri bir şeyi söyledi; patolog, iki adamın da öldürüldüğünü onaylamıştı. Svedberg’le Martinson’dan katilin adamları öldürdükten sonra neden onlara ceketlerini giydirdiğini düşünmelerini istedi.
“Birkaç saat daha devam edelim,” dedi Wallander. “Elinizde başka bir dava varsa bir kenara koyun ya da başka birine verin. Bu zor bir dava. Yarın ilk iş daha fazla adama ihtiyacımız olduğunu söyleyeceğim.”
Wallander odasında yalnız kaldığında haritayı bir kez daha masasının üstüne serdi. İşaret parmağıyla Mossby Strand’a dek uzanan kıyı şeridini izledi. Bot uzaklardan gelmiş olmalı, diye geçirdi içinden. Ya da çok yakınlardan. Akıntı yüzünden ileriye ve geriye sürüklenmiş de olabilir.
Telefon çaldı. Bir an için telefona yanıt vermemeyi düşündü, saat geç olmuştu, eve gidip olanları sakin bir şekilde yeniden gözden geçirmek istiyordu. Ama yine de ahizeyi kaldırdı. Arayan Mörth’dü.
“Bitti mi?” diye sordu Wallander hayretle.
“Hayır,” diye karşılık verdi Mörth. “Ama önemli olduğunu düşündüğüm bir şey var. Sana şimdi söyleyeceğim.”
Wallander nefesini tuttu.
“Adamlar İsveçli değil,” dedi Mörth. “Ya da en azından İsveç’te doğmamışlar.”
“Bunu nasıl anladın?”
“Dişlerine baktım,” dedi Mörth. “Dişlerindeki dolguların İsveçli dişçilerin işi olmadığını saptadım. Rus dişçileri olabilir.”
“Rus mu?”
“Evet. Rus dişçileri. Ya da Doğu Bloku’ndaki ülkelerden birinin dişçileri… Onlar bizlerden farklı yöntemler kullanıyorlar.”
“Bundan emin misin?”
“Olmasaydım seni aramazdım,” dedi Mörth. Wallander onun kızdığını fark etti.
“Sana inanıyorum,” diye ekledi telaşla.
“Başka bir şey daha var,” diye sürdürdü konuşmasını Mörth. “En az bunun kadar önemli olabilecek bir şey. Belki saçma olduğunu düşüneceksin, ama bu adamların vurulduklarına sevinmiş olabileceklerini düşünüyorum. Çünkü ölmeden önce onlara işkence yapılmış. Bedenlerinde yanıklar var. Derileri soyulmuş, tırnakları sökülmüş.”
Wallander’in ağzı bir karış açık kaldı.
“Orada mısın?” diye sordu Mörth.
“Evet,” dedi Wallander. “Buradayım. Söylediklerini algılamaya çalışıyorum.”
“İşkence edildiğine eminim.”
“Emin olduğunun farkındayım. Ama bu alışılmışın dışında bir şey!”
“İşte ben de zaten seni bu yüzden aradım.”
“En doğrusunu yaptın,” dedi Wallander.
“Ayrıntılı raporu yarın sana göndereceğim,” dedi Mörth. “Laboratuvar sonuçları biraz zaman alabilir.”
Telefonu kapattı. Wallander kantine gitti. İçerisi boştu. Kahve makinesindeki son kahveyi fincanına doldurdu ve masalardan birine geçip oturdu.
Ruslar? İşkence edilmiş iki adam? Doğu Bloku’ndan? Rydberg bile bunun zor ve uzun zaman alabilecek bir soruşturma olduğunu düşünürdü. Arabasına binip evine doğru yola koyulduğunda saat 19.30 olmuştu. Rüzgâr durmuş ve hava iyice soğumuştu.
3
Gece 02.00 civarında Wallander göğsünde yoğun bir ağrıyla uyandı. Ölmek üzere olduğunu hissetti. Polisliğin getirdiği yoğun stres sonunda etkisini göstermişti. Mesleğinin bedelini ödüyordu. Utanç ve çaresizlik içinde kıpırdamadan karanlıkta yattı. Yaşamını sürekli erteleyip durmuştu. Kaygıları ve sancısı her geçen dakika daha da artıyor gibiydi. Artan korkularını bir süre bastıramadı ama daha sonra yavaş yavaş kontrolünü yeniden kazanmayı başardı.
Dikkatle yataktan kalktı, giyindi ve arabasına gitti. Sancısı şimdi biraz daha azalmıştı ama yine de dalgalar hâlinde gelip gidiyordu. Kolundan aşağıya iniyor ve yeniden kalbine doğru çıkıyordu. Arabasına bindi. Sakin bir şekilde nefes almaya çalıştı ve sonra da boş caddelerde ilerleyerek hastanenin acil servisine doğru yola koyuldu. Kendisini ilgiyle dinleyen bir hasta bakıcıya yaşadıklarını anlattı, hasta bakıcı onu sedyeye yatırdı ve muayene odalarından birine götürdü. Sancısı gelip gidiyordu. Birden yanı başında duran genç bir doktoru gördü. Bu kez de doktora göğsündeki sancıyı anlattı. Doktor, onu EKG makinesine bağladı. Kan basıncını ölçtüler, nabzını kontrol ettiler ve ona bir sürü soru sordular: Hayır sigara içmiyordu, daha önce göğsünde bu tür ağrılar olmamıştı ve bildiği kadarıyla da ailesinde kalp hastalığı yoktu. Doktor EKG sonuçlarına baktı.
“Önemli bir şey yok,” dedi. “Her şey son derece normal görünüyor. Sizce bu ağrılar neden kaynaklanıyor?”
“Bilmiyorum.”
Doktor, Wallander’in kayıtlarını inceledi.
“Demek polissiniz,” dedi. “Mesleğiniz gereği ara sıra birçok sorunla karşılaştığınızdan eminim.”
“Pek ara sıra diyemeyiz.”
“İçki içer misiniz?”
“Herkes kadar.”
Doktor muayene masasının kenarına ilişerek elindeki notları bir kenara koydu. Wallander, doktorun çok yorgun olduğunu fark etti.
“Kalp krizi geçirdiğinizi sanmıyorum,” dedi. “Bence bedeniniz artık isyan etmiş ve size işleri biraz daha ağırdan almanız gerektiğini söylüyor. Bu konuda karar verecek olan sizsiniz.”
“Haklısınız,” dedi Wallander. “Her gün kendime yaşamımın bana nelere mal olduğunu sorup duruyorum. Ayrıca konuşacak, dertleşecek hiç kimsem de yok.”
“Olmalı,” dedi doktor. “Herkesin dertleşecek birine ihtiyacı vardır.”
Çağrı cihazından gelen uyarıyla ayağa kalktı.
“Geceyi burada geçirin,” dedi. “Biraz dinlenmeye ve uyumaya çalışın.”
Wallander rahatlamış uzanırken havalandırmadan gelen belli belirsiz uğultuyu dinliyordu. Koridordan gelen sesleri dinlemeye koyuldu.
Tüm sancıların bir nedeni vardır, diye geçirdi içinden. Kalbimde eğer bir sorun yoksa o zaman bu sancı neyin nesiydi? Babama yeterince zaman ayıramamanın verdiği suçluluk duygusundan mı? Stockholm’de üniversiteye giden kızımın mektuplarında bana her şeyi anlatmadığına dair kuşkularımdan kaynaklanan kaygının sonucu mu? İşlerin kızımın yazdığı gibi olmadığını, orada olduğuna memnun olduğunu söylemesine rağmen yine de mutsuz olduğunu düşündüğümden dolayı mı? Yoksa on beş yaşında yaptığı gibi yine intihara kalkışabileceğinden korktuğum için mi? Veya aradan bir yıl geçmesine karşın Mona’nın beni terk etmesi karşısında hâlâ içimden atamadığım kıskançlıktan dolayı mı?
Yattığı oda aydınlıktı. Wallander tüm yaşamının gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçtiğini düşünüyordu. O tür bir sancının yalnızlıktan kaynaklanması gerçekten de söz konusu olabilir miydi? Buna hiç zaman kaybetmeden bir çözüm bulmalıydı.
“Artık bu şekilde yaşayamam,” dedi yüksek sesle. “Yaşamıma bir an önce çekidüzen vermeliyim. Hemen şimdi.”
Sabah saat 06.00’da irkilerek uyandı. Doktor başucunda durmuş, ona