Bunun akşam yediği pizzadan olup olmadığını bilemiyordu. Hasta olduğunu bildirmek için sabah saat yedide emniyeti aradı. Santral görevlisi onu Martinson’a bağladı.
“Olanları duydun, değil mi?” dedi Martinson.
“Şu anda midemin bombok olması dışında bir şeyden haberim yok,” diye karşılık verdi Wallander.
“Dün gece bir feribot battı,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Tallinn açıklarında. Yüzlerce kişinin öldüğü sanılıyor. Ölenlerin çoğu da İsveçli. Feribotta birkaç tane de polis varmış.”
Wallander’in midesi yine bulanmaya başlamıştı. Kendini zorlayarak arkadaşının söylediklerini dinlemeye çalıştı.
“Ystad’dan da polis var mı aralarında?”
“Hayır yok ama olanlar korkunç.”
Wallander, Martinson’un söylediklerine inanmakta zorlanıyordu. Bir feribot kazasında yüzlerce kişi mi ölmüştü? Böylesi bir şey söz konusu olamazdı. En azından İsveç’te olmamalıydı.
“Konuşabileceğimi sanmıyorum,” dedi. “Midem çok bulanıyor. Masamın üstünde Holger Eriksson adında bir adamla ilgili not var. Kayıp. Biriniz bu konuyla ilgilenin.”
Telefonu hızla kapattı, koşarak banyoya gitti. Tam yatağına dönerken telefon bir kez daha çaldı. Bu kez arayan eski eşi Mona’ydı. Wallander onun sesini duyunca korkudan kaskatı kesildi. Linda’yla ilgili bir sorun söz konusu olmadıkça kesinlikle Wallander’i aramazdı.
“Linda’yla konuştum,” dedi Mona. “Tanrıya şükürler olsun ki o feribotta değilmiş.”
Mona’nın ne söylediğini tam olarak algılaması kolay olmamıştı.
“Şu batan feribotta mı demek istiyorsun?”
“Başka ne demek isteyebilirim? Bir kazada yüzlerce kişi ölürse ben de her ilgili anne gibi kızımı arayıp iyi olup olmadığını soracağım.”
“Tabii, haklısın,” dedi Wallander. “Hasta olduğum için söylenilenleri kolay kolay algılayamıyorum. Geceden beri kusup duruyorum. Bağırsaklarım da bozuldu. Sonra konuşalım.”
“Endişelenmeni istemediğim için aramıştım,” dedi Mona.
Wallander eski eşiyle vedalaştıktan sonra yatağına döndü. Hem Holger Eriksson’u hem de feribot kazasını merak ediyordu ama başını yastığa koyar koymaz derin bir uykuya daldı.
4
Adam ağzındaki halatı yine kemirmeye başladı.
Çıldırmasına ramak kaldığını düşünüyordu. Gözleri bağlı olduğundan hiçbir şey göremiyordu, hiçbir şey de duyamıyordu. Kulaklarının içine bir şey sokulmuştu ve bu her neyse kulak zarına baskı yapıyordu. Bazı sesler vardı ama bunlar kendi içinden gelen seslerdi. Bir an önce dışarı çıkmak isteyen telaşın ve paniğin sesiydi bu, ama onu en çok tedirgin eden şey kıpırdayamamasıydı. Onu çıldırtan buydu işte. Sırtüstü yatmasına karşın nedense hep düşüyormuş gibi bir duygu içerisindeydi. Dipsiz bir kuyuya düşüyormuş gibi hissediyordu kendini. Bu belki de iç dünyasındaki panikten kaynaklanıyordu. Çıldırmak üzereydi.
Yaşananlardan kopmamaya çalıştı. Düşünmek için kendini zorladı. Mantığı ve paniğe kapılmama yeteneği sayesinde başına ne geldiğini anlayabilirdi. Neden kıpırdayamıyorum? Neredeyim? Neden buradayım?
Paniğe kapılmamak ve aklını yitirmemek için uzunca bir süre dakikaları, saatleri saymaya çalıştı. İçinde bulunduğu karanlık hiç değişmedi. Uyandığındaysa yine sırtüstü aynı yerde yatıyordu. Artık orada doğmuş olabileceğini bile düşünmeye başlamıştı. İçinde bulunduğu panikten kendini kısa bir an için bile soyutlayabildiğinde gerçekle ilgisi olan her şeye dört elle sarılmaya çalışıyordu.
Acaba nereden başlasaydı? Yattığı yerden. Tüm bunlar kesinlikle hayal gücünün bir oyunu değildi. Sırtüstü, sert bir şeyin üstünde yatıyordu. Gömleği hafifçe sıyrıldığından sert ve pürüzlü bir zeminde yattığını biliyordu. Hareket etmeye çalıştığında bu sert ve pürüzlü zemin canını acıtmıştı. İçinde bulunduğu bu karanlıktan önceki son normal ânı hatırlamaya çalıştı ama normal olan o son an bile artık net değildi. Hem ne olduğunu biliyor hem bilmiyordu. Önce tüm bunların bir kuruntu ya da hayal olduğunu sanmıştı ama artık öyle olmadığını biliyordu. Birden hıçkırarak ağlamaya başladı ama hıçkırıkları başladığı gibi ânında kesildi. Bazı insanlar, çevresinde başkaları varken dikkat çekmek için ağlardı ama o bu tür biri değildi.
Aslında tek bir şeyden, yani kimsenin kendisini duyamayacağından son derece emindi. Bulunduğu yerde, bu beton zeminde, kendini dipsiz bir kuyuya düşer gibi hissettiği bu yerde yanında hiç kimse yoktu. Dolayısıyla sesini duyurması olanaksızdı.
Aklını yitirme korkusu dışında artık dört elle sarılacağı bir şey kalmamıştı. Bunun dışında her şeyini almışlardı, pantolonunu bile. Henüz kimliğini yitirmemişti ama bunun da fazla uzun sürmeyeceğini hissediyordu. Tüm bunlar Nairobi’ye gideceği günden bir gün önce olmuştu. Saat gece yarısına yaklaşıyordu, valizini kapatmış ve son bir kez daha yolculuk planlarını gözden geçirmek üzere çalışma masasının başına oturmuştu. Bunları son derece net anımsıyordu. Oysa Nairobi yerine başka bir yolculuğa çıkmak üzere olduğunu bilmesine olanak yoktu o sırada. Pasaportu masanın sol tarafında, uçak biletiyse elindeydi. İçinde dövizlerin, kredi kartlarının ve çeklerin bulunduğu cüzdanıysa kucağında duruyordu. Kısa süre sonra telefon çalmıştı. Kucağındakileri ve elindeki bileti masanın üstüne koyup ahizeyi kaldırmıştı.
Duyduğu son ses bu olduğundan bu sese var gücüyle sarıldı. Bir kenarda sinsi sinsi bekleyen deliliğe karşı gerçekle tek bağıydı bu.
Telefondaki, hiç tanımadığı ama son derece yumuşak ve güzel ses bir kadına aitti.
Kadın gül almak istediğini söylemişti. Kendisini evden ve bu denli geç bir saatte aradığı için defalarca özür dilemiş ama çok acil gül istediğini belirtmişti. Nedenini açıklamamıştı. Ne var ki kadına ânında güvenivermişti. Güle ihtiyacı olduğunu söyleyen biri neden yalan söylesindi ki? Acaba neden tüm çiçekçilerin kapalı olduğu gece yarısı durup dururken güle ihtiyacı olduğunu düşünmüştü? Bunu bir an için aklından geçirmiş, hemen sonra da bir kenara atmıştı. Dükkâna çok yakın oturuyordu, ayrıca henüz yatmamıştı. Nasılsa kadının gül sorununu çözmesi on dakikadan fazla zamanını almayacaktı.
Karanlığın içinde sırtüstü yatarken bir şeye açıklık getiremediğini düşündü. Kendisine telefon eden kadının yakınlarda bir yerden aradığından emindi. Kadının neden başka birini değil de kendisini aradığını çok merak ediyordu. Kimdi bu kadın? Sonra ne olmuştu?
Paltosunu giymiş ve sokağa çıkmıştı. Elinde dükkânın anahtarları vardı. Hava rüzgârlı değildi, sokakta yürürken serin havayı derin derin solumuştu. Gün boyunca sürekli yağmur yağmıştı. Sokaklar ıslaktı. Dükkânın ön kapısının önünde durmuştu. Kapıyı açıp içeri girdiğini anımsıyordu. Sonra da tüm dünyası kararmıştı.
Evden çıkıp dükkâna kadar olan yolu kafasında defalarca yürümüştü. Dükkânda mutlaka biri vardı. Kapının önünde beni bekleyen bir kadın göreceğimi sanmıştım ama kimsecikler yoktu. Aslında orada bir süre beklemeli sonra da eve dönmeliydim. Birinin benimle dalga geçtiğini düşünerek buna öfkelenmeliydim ama kadının geleceğini yüreğimin derinliklerinde hissettiğimden kapıyı açıp içeri girdim. Gerçekten de güle ihtiyacı olduğunu söylemişti.
Güller