sayılabilir.”
Wallander arkadaşına soru sorarcasına baktı. Martinson genellikle lafı dolandırmazdı. Yıllar önce Halk Partisi’nin önde gelen isimlerindendi ve o günlerde de büyük olasılıkla politikaya atılmanın hayalini kurmuştu. Wallander’in bildiği kadarıyla da parti gözden düştükçe Martinson’un umudu da zaman içerisinde balon gibi sönmüştü. Arkadaşına Halk Partisi’nin son seçimlerdeki başarısızlığından söz etmemeye karar verdi.
Martinson gitti. Wallander arkadaşının verdiği kâğıdı okudu. İkinci okuyuşunda çok öfkelenmişti. Odasından rüzgâr gibi çıkarak Svedberg’in odasına girdi.
“Bunu gördün mü?” diye sordu Martinson’un kendisine az önce verdiği kâğıdı sallayarak.
Svedberg başını iki yana salladı.
“Hayır? Ne?”
“Polisin, derneklerine koydukları isim hakkında ne düşündüğünü öğrenmek isteyen yeni bir kuruluştan geliyor.”
“Yani?”
“Kendilerine ‘Balta Dostları’ demeyi düşünüyorlarmış.”
Svedberg arkadaşına dehşetle baktı.
“Balta Dostları mı?”
“Evet. Bu yaz burada olanların ışığında bu adın kötüye kullanılmasından korkuyorlarmış. Derneğin kafa derilerini yüzmek gibi bir niyeti yokmuş.”
“Peki, niyetleri neymiş?”
“Eğer doğru anladıysam el işleriyle ilgilenen ve eski ev aletlerini sergilemek için müze kurmak isteyen bir grup.”
“Öyleyse bir sakıncası yok, değil mi? Neden bu denli öfkelendin?”
“Çünkü polisin bu tür şeylere zaman ayırabilecek kadar boş olduklarını düşünüyorlar da ondan. Oysa başımızı kaşıyacak zamanımız yok,” dedi Wallander. “Bana sorarsan ev aletlerinin sergileneceği bir müze için Balta Dostları adı oldukça garip ama bu saçmalıklara ayıracak zamanım da yok.”
“O zaman bunu müdüre söyle.”
“Söyleyeceğim.”
“Müdürün sana katılacağını sanmıyorum ya neyse. Şimdi hepimiz yerel polis olacağız.”
Wallander, Svedberg’in haklı olduğunun farkındaydı. Polisliğe başladığı ilk günden beri “kamuoyu” diye bilinen o kalabalık insan topluluğuyla polis arasındaki karmaşık ilişkiden ötürü emniyet güçleri bitmek bilmeyen ve geniş kapsamlı değişikliklere katlanmak zorunda kalıyordu. Emniyet Genel Müdürlüğü ve her bir polisin üstünde kara bulut gibi duran bu kamuoyu tek bir sözcükle ifade edilebilirdi: kararsızlık. Kamuoyunu memnun etmek için yapılan son girişim de tüm İsveç emniyetinin yerel polis gücü olarak değiştirilmesiydi. Bunun nasıl yapılacağını ise kimse bilmiyordu. Emniyet Genel Müdürü polisin sürekli ortalıkta görülmesinin ne denli önemli olduğunu vurgulamıştı. Polisin görünmez bir varlık olduğunu düşünen kimse olmadığından bu yeni stratejinin yaşama nasıl geçirileceğini kestiremiyordu. Polisler zaten sokaklarda dolaşıyor, bisikletle devriye geziyorlardı. Emniyet Genel Müdürü daha az somut, daha farklı bir görünürlükten söz ediyor olmalıydı. “Yerel polis” sözcüğü kuş tüyü yastık gibi rahatlatıcı bir şeyi çağrıştırmalıydı ama her geçen gün İsveç’te işlenen vahşi cinayetlerin sayıları artarken bu kavramın gerçekle nasıl bağdaştırılabileceğini kestirmek zordu. Bu yeni uygulamadan ötürü, kendi işleriyle ilgilenirken “Balta Dostları” adını kullanmak isteyen derneklere de zaman ayırmak zorundaydılar.
Bir fincan kahve alarak odasına gidip kapıyı arkasından kapattı. Bir kez daha masada biriken dosyaları incelemeye koyuldu. Önceleri kendini işe vermekte zorlanıyordu. Baiba’yla konuştuklarını anımsıyordu. Gerçek bir polis gibi davranmak için kendini zorladı ve bir süre sonra hiç tatil yapmamışçasına, eskisi gibi yoğun bir çalışma temposuna girdi. Bazı konuları konuşmak için Göteborg’da iş birliği yaptığı polisi aradı. Telefonu kapattığında öğle vakti olmuştu, acıktığını fark etti. Yağmur hâlâ yağıyordu. Arabasına binerek kent merkezine gidip yemek yedi. Bir saat sonra da emniyete döndü. Tam masasına oturmaya hazırlanırken telefon çaldı. Arayan danışma görevlisi Ebba’ydı.
“Bir ziyaretçin var,” dedi.
“Kim?”
“Tyrén adında biri. Seninle konuşmak istiyormuş.”
“Ne hakkında?”
“Kayıp biri hakkında.”
“Onu başkasına gönderemez misin?”
“Mutlaka seninle konuşması gerektiğini söylüyor.”
Wallander masadaki açık dosyalara baktı. Hiçbiri, kaybolan biri hakkında rapor tutamayacağı denli önemli ve acil değildi.
“Yolla,” diyerek telefonu kapattı.
Odasının kapısını açtıktan sonra dosyaları kaldırmaya başladı. Başını kaldırıp baktığında bir adamın kapının eşiğinde durduğunu gördü. Wallander onu daha önce hiç görmemişti. Adamın üstünde OK petrol şirketinin amblemi olan bir tulum vardı. Adam petrol ve yağ kokuyordu.
Adamın elini sıkarak oturmasını söyledi. Elli yaşlarında, tıraşsız ve kır saçlı biriydi. Adının Sven Tyrén olduğunu söyledi.
“Benimle konuşmak istemişsiniz?” dedi Wallander.
“İyi bir polis olduğunuzu duydum,” dedi Tyrén. Aksanından Wallander’in hemşehrisi olduğu anlaşılıyordu.
“Çoğumuz iyiyiz,” diye karşılık verdi Wallander.
Tyrén’in yanıtı onu çok şaşırttı.
“Bunun doğru olmadığını siz de biliyorsunuz. Bir iki kez gözaltına alındım. Orada baş belası olan birçok polisle karşılaştım.”
Wallander karşısındaki adamın sözlerini hayretle dinliyordu.
“Buraya bunları söylemek için geldiğinizi sanmıyorum,” dedi konuyu değiştirerek. “Biri mi kaybolmuş?”
Tyrén üstünde OK amblemi olan kepli başını evet dercesine salladı.
“Aslında oldukça garip,” dedi.
Wallander çekmeceden bir not defteri çıkarıp boş bir sayfayı açtı.
“Hadi şimdi bana her şeyi en başından anlatın,” dedi. “Kaybolan kim? Ve garip olan ne?”
“Holger Eriksson.”
“O da kim?”
“Müşterilerimden biri.”
“Benzin istasyonunuz mu var?”
Tyrén başını hayır dercesine salladı.
“Kalorifer yakıtı dağıtıyorum,” dedi. “Ystad’ın kuzey bölgesine. Eriksson, Högestad ile Lödinge arasında bir yerde oturuyor. Büroya telefon edip yakıtının bittiğini söyledi. Perşembe sabahı getireceğimi söyledim ama oraya gittiğimde evde kimse yoktu.”
Wallander bu söylenilenleri yazdı.
“Geçen perşembeden söz ediyorsunuz, değil mi?”
“Evet.”
“Peki sizi ne zaman aramıştı?”
“Geçen pazartesi.”
Wallander bir an için düşündü.
“Zaman konusunda yanlış bir anlaşılma olmuş olamaz mı?”
“On yıldan fazla bir süreden