odaya girdi. Wallander içeri girdiğinde polis telefonda konuşuyordu ama Wallander’i görünce ona faks makinelerinden birini işaret etti. Klas Boge söz verdiği gibi kardeşinin mektuplarından birini fakslamıştı. Wallander odasına gidip masanın üstündeki lambayı yaktı. İki mektupla kartpostalları yan yana masanın üstüne dizdi, sonra lambayı bunların üstüne gelecek şekilde ayarlayıp gözlüklerini taktı.
Arkasına yaslandı. İçgüdülerinde yine haklı çıkmıştı. Martin Boge’yle Lena Norman’ın el yazıları kargacık burgacıktı. Üçünden birinin el yazısı taklit edilmek istense Astrid Hillström’ün el yazısı tercih edilirdi. Bu, Wallander’i tedirgin etmişti ama beyni yine de iyi çalışıyordu. Bu ne anlama geliyordu? Aslında bir anlama falan geldiği yoktu. Birinin bu çocuklar adına neden kartpostal yolladığını kesinlikle açıklamıyordu. Ayrıca neden söz konusu bu kişi içlerinden birinin el yazısını taklit etmişti? Buna neden gerek duymuştu? Tüm bu mantıksızlıklara karşın Wallander yine de içindeki yoğun endişeyi bir kenara atamıyordu.
Bu konuyu yeniden ama enine boyuna bir kez daha ele almalıyız, dedi kendi kendine. Eğer çocukların başına bir şey gelmişse aradan iki ay geçti.
Gidip kendisine bir fincan kahve aldı. Onu çeyrek geçiyordu. Martinson’un hazırladığı dosyayı bir kez daha okudu ama yeni bir şey bulamadı. Bir grup yakın arkadaş kendi arasında Yaz Dönümü Bayramı’nı kutlamış, sonra da yolculuğa çıkmışlardı. Gittikleri yerlerden de kart göndermişlerdi. Hepsi buydu işte.
Wallander mektuplarla kartpostalları dosyanın içine yerleştirdi. O gece yapılacak daha fazla bir şey yoktu. Ertesi sabah Martinson ve diğerleriyle konuşacak, son bir kez daha bu Yaz Dönümü Bayramı dosyasını inceleyecek ve kayıp soruşturmasına başlayıp başlamayacaklarına karar vereceklerdi.
Wallander ışığı söndürüp dışarı çıktı. Koridorda Ann-Britt Höglund’un odasından ışık geldiğini gördü. Odanın kapısı aralıktı, Wallander kapıyı yavaşça açtı. Höglund masada gözlerini boşluğa dikmiş duruyordu. Önünde hiç evrak yoktu. Wallander bir an duraksadı. Höglund’un gece geç saatlere kadar emniyette kalma alışkanlığı yoktu. Çocukları küçüktü, kocası da işi gereği sürekli yolculuklara çıkardı, dolayısıyla mesai saatinin bitiminde Höglund doğruca evine giderdi. Genç kadının kantindeki davranışını hatırladı. Şimdi de boş masaya gözlerini dikmiş kıpırdamadan oturuyordu. Belki yalnız kalmak istemişti. Belki de biriyle konuşmaya ihtiyacı vardı.
Yalnız kalmak istediğini bana rahatça söyleyebilir, diye geçirdi içinden Wallander.
Kapıyı yavaşça vurdu, yanıt gelmesini bekledi, sonra da içeri girdi.
“Işığının yandığını gördüm,” dedi. “Genelde bu saatte burada olmadığın için bir şey mi oldu diye merak ettim.”
Höglund karşılık vermeden baktı.
“Yalnız kalmak istiyorsan söyle, hemen giderim.”
“Hayır,” diye karşılık verdi. “Hiç yalnız kalmak istemiyorum. Sen neden hâlâ buradasın? Bir şey mi var?”
Wallander koltuklardan birine geçip oturdu. Kendini gereksiz bir eşya gibi hissediyordu.
“Yaz Dönümü’nde kaybolan gençlerle ilgili.”
“Yeni bir şey mi var?”
“Hayır yok. Yalnızca bir şeyi bir kez daha kontrol etmek istedim ama buna yeniden bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Eva Hillström çok kaygılı.”
“Peki ama başlarına ne gelmiş olabilir?”
“İşte yanıtlanması gereken tek soru da bu.”
“Kayıp ilanı çıkaracak mıyız?”
Wallander ellerini çaresizlikle iki yana açtı. “Bilmiyorum. Buna yarın karar vereceğiz.”
Masa lambasının aydınlattığı oda alabildiğine loştu.
“Ne zamandan beri bu meslektesin?” diye sordu Höglund birden.
“Uzun zamandan beri. Hem de çok uzun zamandan beri. Damarlarımda polis kanı var benim. Bu kan en azından emekli oluncaya kadar da akmayı sürdürecek.”
Bir sonraki sorusunu sormadan önce Wallander’e uzun uzun baktı. “Nasıl idare edebiliyorsun?”
“Bilmiyorum.”
“Hiç bunaldığın, sıkıldığın olmadı mı?”
“Olmaz olur mu, oldu, hem de çok oldu. Neden soruyorsun?”
“Bu sabah sana kantinde söylediklerimi düşünüyorum. Sana kötü bir yaz geçirdiğimi söylemiştim ve söylediklerim doğru. Kocamla bazı sorunlarımız var. Eve neredeyse hiç gelmiyor. Yolculuklarından sonra normal yaşantımıza dönmemiz bir haftamızı alıyor ama hemen sonra yine yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor. Bu yaz ayrılıktan bahsetmeye başladık. İnsanın çocukları olunca bu hiç de kolay bir şey değil.”
“Biliyorum,” dedi Wallander.
“Bir yandan da işimi sorgulamaya başladım. Gazetede Malmö’deki meslektaşlarımızın haraç toplamaktan tutuklandığını okudum. Televizyonu açıyor, polis teşkilatındaki komiserlerin organize suç dünyasıyla ilişkileri olduğunu öğreniyorum. Bunları hem görüyorum hem de sayılarının her geçen gün arttığını duyuyorum. Ben de ister istemez, burada ne yapıyorum, diyorum. Ya da şöyle diyeyim, bundan sonraki otuz yılı nasıl geçireceğimi kestiremiyorum.”
“Bazen insan kendini bıçak sırtında hissediyor,” dedi Wallander genç kadına hak vererek. “Bu uzun bir süreç. Adalet sistemindeki yozlaşma yeni bir şey değil ve her zaman o sınırı geçmeye gönüllü polisler vardır. İşler şimdilerde daha da kötüleşip yozlaştığından senin gibi duyarlı insanlar için bu elbette çok önemli ve tedirgin edici oluyor.”
“Peki ya sen? Sen bu konuda ne düşünüyorsun?”
“Bunlar benim için de geçerli.”
“Peki ama nasıl başa çıkıyorsun?”
Sorusu öfke doluydu. Wallander onu kendine benzetti. Kim bilir kaç kez kendisi de Höglund gibi masasının başına çökmüş, bu görevi nasıl sürdürebileceğini düşünmüştü.
“Sürekli, görevi bırakacak olursam işlerin bensiz daha da kötüleşeceğini söyleyip duruyorum kendime,” dedi Wallander. “Bazen işe yarıyor. Çok iyi bir neden değil ama aklıma başka bir şey gelmiyorsa böyle düşünüyorum.”
Höglund başını iki yana salladı. “İsveç’e neler oluyor?”
Wallander, genç kadının konuşmasını sürdürmesini bekledi ama sürdürmedi. Caddeden geçen bir kamyonun sesi duyuldu.
“Geçen bahardaki o çirkin saldırıyı hatırlıyor musun?” diye sordu Wallander.
“Svarte’dekini mi?”
“On dört yaşındaki iki çocuk on iki yaşındaki bir başka çocuğa saldırmıştı. Ortada hiçbir neden olmadığı gibi herhangi bir kışkırtma da yoktu. Zavallı çocuk yerde baygın yatarken diğerleri göğsüne vurmayı sürdürmüştü. Çocuk kısa süre sonra ölmüştü. Hiç bu kadar çok sarsılmamıştım. İnsanlar her zaman kavga ederdi ama kavga ettikleri kişi yere serildiğinde genellikle kavgayı bırakırlardı. Buna ne isim verirsen ver. Adil dövüş de, ne dersen de ama böyleydi. Ancak artık değil çünkü bu çocuklar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Sanki tüm çocuklar terk edilmiş gibi. Ya da artık kimse çocuklarıyla ilgilenmiyor. Şartlar değiştiğinden polis olmanın ne anlama geldiğini bir kez daha düşünmelisin. Yıllar boyunca edindiğin deneyimlerin artık bir anlamı kalmadı.”
Sustu.