ciddi istifa edeceğimden korkuyorum,” dedi. “Ama henüz o noktaya gelmedim. Uğradığın için teşekkür ederim. Genelde sorunlarımla kendim başa çıkarım ama bu gece biriyle konuşmaya ihtiyacım vardı.”
“Bunu kabul etmek bile güç ister.”
Ann-Britt Höglund ceketini giyip Wallander’e gülümsedi. Wallander uykularının nasıl olduğunu merak ediyordu ama sormadı.
“Şu oto kaçakçıları konusunda yarın biraz konuşabilir miyiz?” diye sordu.
“Öğleden sonraya ne dersin? Sabah şu gençler konusunu görüşeceğimizi unutma.”
Höglund, Wallander’e dikkatle baktı.
“Endişeleniyor musun?”
“Eva Hillström endişeleniyor ve ben de bunu görmezden gelemiyorum.”
Dışarıya birlikte çıktılar. Genç kadın Wallander’in eve bırakma önerisini geri çevirdi.
“Yürümek istiyorum,” dedi. “Hava da çok güzel. Ağustos harika geçiyor.”
“Bunaltıcı sıcaklar var,” diye karşılık verdi Wallander.
Vedalaştılar. Wallander arabasına binip evine gitti. Bir fincan çay içip Ystad Allehanda gazetesine göz gezdirdikten sonra yattı. Hava oldukça sıcak olduğundan yatak odası camını aralık bırakmıştı. Başını yastığa koyar koymaz derin bir uykuya daldı.
Şiddetli bir sancıyla uyandı. Baldır adalesine kramp girmişti. Ayağını yere indirip bükmeye çalıştı. Sancı geçti. Yavaşça yeniden yatağa uzandı. Bacağına yeniden kramp girmesinden korkuyordu. Komodinin üstündeki çalar saat gecenin bir buçuğunu gösteriyordu. Yine düşünde babasını görmüştü. Wallander’in neresi olduğunu çıkaramadığı bir kentin sokaklarında birlikte yürüyorlardı. Birini arıyorlardı. Ancak kimi aradıklarını bilmiyordu.
Pencerenin önündeki perde hafifçe kıpırdadı. Wallander, Linda’nın annesi Mona’yı düşünüyordu. Uzun süre evli kalmışlardı. Oysa Mona şimdi golf oynayan ve büyük bir olasılıkla kan şekeri düzeyi yüksek olmayan başka bir erkekle birlikteydi.
Kafasının içinden binlerce düşünce geçiyordu. Birden Baiba’yla birlikte Skagen’in uçsuz bucaksız kumsallarında el ele yürüdükleri günler geldi aklına. Sonra o da çekip gitmişti.
Uykudan eser kalmamıştı. Yatağında oturdu. Nereden aklına geldiğini bilmiyordu ama bir konu diğer düşüncelerinin arasından sıyrılıp öne çıkıvermişti: Svedberg.
Hastayım diye telefon etmemesi de garipti. Hiç hastalanmadığı gerçeği bir yana bırakılırsa başına bir şey gelmiş olsaydı mutlaka emniyeti arayıp haber verirdi. Bunu daha önce düşünmeliydi. Svedberg onları aramamışsa bunun yalnızca tek bir anlamı vardı: İletişim kurmasını engelleyen bir şey olmuştu.
Wallander endişelenmeye başlıyordu. Elbette bu yalnızca onun hayal ürünüydü. Ayrıca Svedberg’in başına ne gelebilirdi ki? Ancak içini sıkan tedirginlik hissi de alabildiğine güçlüydü. Wallander bir kez daha saate baktıktan sonra mutfağa gitti, Svedberg’in numarasını bulup çevirdi. Birkaç çalıştan sonra devreye telesekreter girdi. Wallander telefonu kapattı. Artık bir şeylerin yolunda gitmediğinden adı gibi emindi. Giyindi, aşağıya inip arabasına bindi. Rüzgâr çıkmıştı ama hava hâlâ sıcaktı. Ana meydana çıkması yalnızca birkaç dakika sürmüştü. Arabasını park ettikten sonra Svedberg’in oturduğu Lilla Norre Caddesi’ne doğru yürüdü. Svedberg’in dairesinde ışık yanıyordu. Wallander bir an için rahatlayıp derin bir soluk aldı ama bu rahatlığı fazla uzun sürmeyerek yerini daha yoğun bir endişeye bıraktı. Svedberg evdeyse neden telefonu açmamıştı? Wallander binanın kapısını itti. Kilitliydi. Kilidin üstündeki güvenlik kodunu bilmiyordu ama ön kapıdaki aralık ona yeterliydi. Cebinden çakısını çıkarıp etrafına bakındı. Sonra da çakıyı kapının aralığından içeri sokup çevirdi ve itti. Kapı açıldı.
Svedberg dördüncü katta oturuyordu. Wallander dördüncü kata ulaştığında soluk soluğa kalmıştı. Kulağını kapıya dayadı ama hiç ses duymadı. Sonra da mektup deliğini eliyle itti. Hiçbir şey göremedi. Zili çaldı, zil boş evde yankılandı. Zili üç kez çaldıktan sonra kapıyı yumruklamaya başladı. Yine hiç ses duyulmadı.
Wallander düşüncelerini toplamaya çalıştı. Yalnız olmaması gerektiğini hissediyordu. Elini cep telefonuna attı ama telefonu evde, mutfak masasında bıraktığını hatırladı. Koşar adımlarla basamakları indi, dış kapının arasına küçük taş koydu. Sonra da köşedeki telefon kulübesine giderek Martinson’u aradı.
“Uyandırdığım için çok özür dilerim,” dedi Wallander, Martinson telefonu açtığında. “Ama yardımına ihtiyacım var.”
“Ne oldu?”
“Bugün Svedberg’le konuştun mu?”
“Hayır.”
“O zaman bir şeyler olmuş olmalı.”
Martinson karşılık vermedi ama Wallander onun iyice açıldığını hissediyordu.
“Lilla Norre Caddesi’ndeki evinin önünde seni bekliyorum,” dedi Wallander.
“On dakika sonra oradayım,” diye karşılık verdi Martinson. “Daha da erken olabilir.”
Wallander arabasının yanına gidip bagajı açtı. Kirli bir plastik torbanın içinde bazı aletler vardı. Torbanın içinden levyeyi alıp Svedberg’in oturduğu binaya doğru yürüdü.
On dakikadan daha kısa bir sürede Martinson’un arabası göründü. Wallander onun pijamasının üstüne ceketini geçirdiğini gördü.
“Sence ne olmuş olabilir?”
“Bilmiyorum.”
Birlikte yukarıya çıktılar. Wallander zili çalması için Martinson’a başıyla işaret etti. Kapı yine açılmadı. Bakıştılar.
“Belki de emniyetteki odasında yedek anahtarı vardır.”
Wallander hayır dercesine başını salladı.
“Bu çok uzun sürer,” dedi.
Martinson bir adım geriledi. Bundan sonra neler olacağını çok iyi biliyordu. Wallander levyeyi sokup sıkıştırdı ve kapıyı itti.
4
8 Ağustos 1996 gecesi Kurt Wallander’in yaşamının en uzun gecesi olmuştu. Lilla Norre Caddesi’ndeki binadan şaşkınlıkla ayrıldığında içinden çıkılması olanaksız bir karabasan görüyormuş hissinden kendini bir türlü kurtaramıyordu.
Ne var ki o gece gördüğü her şey gerçekti ve bu gerçek de son derece ürkütücüydü. Mesleğinde dehşet verici nice cinayetle karşılaşmış olmasına karşın hiçbir olay onu bu denli derinden etkilememişti.
Svedberg’in kapısını kırıp içeri girdiğinde neyle karşılaşacağını bilmiyordu ama yine de levyeyi kapıya soktuğu an kendini en kötüye hazırlamış ve korkularında da haksız çıkmamıştı.
İki polis düşman topraklarına adım atıyorlarmış gibi eve sessizce girmişlerdi. Martinson, Wallander’in hemen arkasındaydı. Oturma odasının ışığı yanıyordu. Kısa bir an kıpırdamadan holde durdular. Oturma odasının kapısında, Wallander o kadar ani geri çekildi ki sert bir şekilde Martinson’a çarptı. Martinson da Wallander’in gördüklerine bakmak için öne eğildi.
Wallander, Martinson’dan çıkan sesi yaşamı boyunca unutamayacağını hissetti. Martinson yerde yatan şeyin gerçek olduğuna inanmakta zorlanan küçük bir çocuk gibi inlemişti.
Yerde