elini sıkıp telaşla cam kapıdan çıkıp gitti.
Wallander odasına dönerken Martinson odasından başını uzatıp ona merak dolu bakışlarla baktı.
“Az önce neler oldu?”
“Çok korkmuş,” dedi Wallander. “Gerçekten kaygılı. Bu konuda bir şey yapmamız gerekiyor ama ne yapalım bilmiyorum doğrusu.” Wallander düşünceli bir tavırla Martinson’a baktı. “Yarın herkesin daha rahat olduğu bir zaman bu olaya bir kez daha bakmak istiyorum. Bu kişilerin kayıp olduklarını kabul edip etmemeye karar vermeliyiz. Bu konu bir şekilde beni de tedirgin ediyor.”
Martinson onaylarcasına başını salladı. “Svedberg’i gördün mü?” diye sordu.
“Hâlâ aramadı mı?”
“Hayır. Sürekli karşıma telesekreter çıkıp duruyor.”
Wallander yüzünü buruşturdu. “Svedberg böyle yapmazdı.”
“Bir daha deneyeyim.”
Wallander odasına gitti. Kapıyı kapatıp Ebba’yı aradı. “Bana yarım saat telefon bağlama,” dedi. “Ha, bu arada Svedberg’den bir haber var mı?”
“Olması mı gerek?”
“Onu çok merak ediyorum.”
Wallander ayaklarını masanın üstüne koydu. Yorulmuştu, ağzı da çok kurumuştu. Birden yerinden fırlayıp ceketini kaptığı gibi dışarı çıktı.
“Ben çıkıyorum,” dedi Ebba’ya. “Bir ya da iki saat sonra dönerim.”
Hava hâlâ sıcaktı ve rüzgâr esmiyordu. Wallander, Surbrunnsvägen’deki kent kütüphanesine gitti. Biraz uğraştıktan sonra kütüphanenin sağlık bölümüne bakarak sonunda aradığını, şeker hastalıklarıyla ilgili kitabı buldu. Masanın başına geçip oturdu, gözlüklerini taktı ve kitabı okumaya başladı. Bir buçuk saat sonra şeker hastalığına ilişkin az da olsa bir bilgi edinmişti. Bu hastalığa yakalanmasının tek nedeninin kendisi olduğunu fark etti. Yediği yiyecekler, spordan uzak durması ve ara sıra canı istediğinde yaptığı perhiz hastalanmasına neden olmuştu. Kitabı yerine kaldırdı. Kendini başarısız biri gibi hissediyordu. Şeker hastalığından artık kurtuluşu olmadığını anlamıştı. Yaşam tarzına ilişkin somut bir şeyler yapması gerekiyordu.
Emniyete döndüğünde saat dört buçuk olmuştu. Masanın üstünde, Svedberg’den hâlâ bir haber yok, yazılı Martinson’un bıraktığı notu gördü.
Wallander üç gencin kaybolmasıyla ilgili vakanın özetini bir kez daha okudu. Üç kartı yeniden inceledi. Tam olarak göremediği bir şeyler olduğuna ilişkin o his yine gelmişti işte. Hâlâ bunun ne olduğunu tam olarak anlayamıyordu. Göremediği şey neydi?
Kaygılarının arttığını hissetti. Eva Hillström’ü yeniden görüyor gibiydi. Birden olayların önemini kavradı. Aslında her şey son derece basitti. Kadın, kızının o kartı yazmadığını biliyordu. Bunu nasıl bildiğiyse hiç önemli değildi. Emindi ve bu da yeterliydi. Wallander yerinden kalkıp pencerenin önüne gitti. Gençlerin başına bir şey gelmişti. Sorulacak soru bunun ne olduğuydu.
3
Wallander kendisine önerilen perhizi o akşam denemeye karar verdi. Akşam yemeğinde yalnızca et suyuna çorbayla salata yedi. Kendini perhize o denli kaptırmıştı ki çamaşırhaneden sıra aldığını tamamıyla unutmuştu. Hatırladığındaysa çok geç olmuştu.
Olanları olumlu açıdan değerlendirmesi gerektiğini söyleyip duruyordu kendine. Kan şekerinin yüksek düzeyde olması ölüm ilanı anlamına gelmezdi, uyarılmıştı o kadar. Eğer sağlıklı bir yaşam sürdürmek istiyorsa bazı basit önlemler alması gerekiyordu. Öyle ağır ve zor önlemler değildi bunlar ama bu önlemler sayesinde yaşamında çok önemli değişiklikler yapabilecekti.
Yemeğini bitirdikten sonra doymadığını fark edince bir domates yedi. Sonra da mutfak masasından kalkmadan daha sonraki günler için yeni bir beslenme planı yapmaya çalıştı. Ayrıca bundan böyle işe yürüyerek gitmeye karar verdi. Hafta sonları da kumsala gidecek, orada uzun yürüyüşler yapacaktı. Bir zamanlar Hansson’la badminton oynamayı düşündüklerini hatırladı. Belki bu konuyu yeniden ele alabilirlerdi.
Saat dokuzda masadan kalkıp balkona çıktı. Rüzgâr güneyden esiyordu ama hava hâlâ ılıktı. Bunaltıcı sıcaklar başlamıştı.
Wallander sokakta yürüyen gençlere baktı. Beslenme planı ve doktorun önerdiği kilo tablosu üzerinde yoğunlaşması kolay olmayacaktı. Kendini Eva Hillström’ün tepkisinden bir türlü kurtaramıyordu. Kadının öfkesi onu sarsmıştı. Kızının ortadan kaybolmasına ilişkin duyduğu korkuyu görmemek olası değildi ve kadın duygularında içtendi. Rol yapmıyordu.
Bazen aileler çocuklarını tanımıyor, diye geçirdi içinden, ama bazen de çocukları ebeveynlerden daha iyi kimse tanımıyor ve içimden bir ses de bana Eva Hillström’ün kızını gerçekten çok iyi tanıdığını söylüyor.
İçeri girdi. Balkon kapısını kapatmadı. Bu olayda nasıl ilerlemeleri gerektiğini gösterecek bir şeyi gözden kaçırdığı hissine kapıldı. Eva Hillström’ün kaygılarında haklı olup olmadığını ortaya çıkaracak bir şey vardı ama neydi bu?
Kahve yapmak için mutfağa gitti. Suyun ısınmasını beklerken mutfak masasını sildi. Telefon çaldı. Arayan Linda’ydı. Çalıştığı restorandan arıyordu. Oysa Wallander restoranın yalnızca gündüzleri açık olduğunu sanıyordu. Kızının sesini duyunca şaşırmıştı.
“Restoran sahibi çalışma saatlerini değiştirdi,” dedi Linda. “Akşamları daha çok para kazanıyorum. Bir şekilde benim de yaşamam gerek.”
Wallander telefondan gelen konuşma sesleriyle tabak bıçak seslerini duydu. Linda’nın gelecek için ne tür planları olduğunu bilmiyordu. Linda bir gün iç dekorasyonla ilgileneceğini söylerken başka bir gün de tiyatro dünyasında vazgeçilmez bir yıldız olmayı düşlüyordu. Bir süre önce bu tiyatro sevdası sona ermişti.
Linda sanki babasının aklından geçenleri okumuştu. “Yaşamımın sonuna kadar garsonluk yapacak değilim elbette,” dedi. “Şu an önümüzdeki kış yolculuğa çıkabilmek için para biriktiriyorum.”
“Nereye gideceksin?”
“Daha karar vermedim.”
Bu konuyu ayrıntılarıyla tartışmanın zamanı olmadığından Wallander, Gertrud’un taşındığını ve büyükbabasının evinin satılığa çıkarıldığını haber verdi.
“Keşke satmak zorunda kalmasaydık,” dedi Linda. “Keşke satın alacak param olsaydı.”
Wallander, kızının ne demek istediğini anlıyordu. Linda büyükbabasıyla çok yakındı. Onları zaman zaman çok kıskanmıştı.
“Kapatmak zorundayım,” dedi Linda. “Nasıl olduğunu merak etmiştim.”
“Her şey yolunda,” diye karşılık verdi Wallander. “Bugün doktora gittim. Beni çok iyi buldu.”
“Zayıflamanı söylemedi mi?”
“Onun dışında her şeyin çok iyi olduğunu söyledi.”
“Anlaşılan senin bu doktorun çok kibar. Tatildeki gibi yine yorgun hissediyor musun?”
Aklımdan geçenleri okuyor, diye geçirdi içinden Wallander çaresizlikle. Neden ona doğruyu, diyabet hastası olmak üzere olduğumu ya da düpedüz şekerim olduğunu söyleyemiyorum ki? Neden bunda utanılacak bir şey varmış gibi davranıyorum?
“Yorgun değilim,”