Хеннинг Манкелль

Piramit ve Diğer Wallander Maceraları


Скачать книгу

kendini daha iyi hissedersen, bana uğrarsın,” dedi Hem-berg. “Çok sıvı tüket. İşe yarayan tek şey sıvı, unutma.”

      Alelacele konuşmayı bitirip banyoya bir kez daha gittikten sonra Wallander yatağına döndü. O akşamı ve geceyi kimsesizler diyarında uyku, uyanıklık ve yarı uyku arasında bir yerde geçirdi. Midesi şimdi sakinleşmişti ama hâlâ çok yorgundu. Rüyasında Mona’yı görmüştü. Hemberg’in söylediklerini düşündü ama yataktan çıkacak enerjisi yoktu, ciddi ciddi düşünecek gücü kendinde bulamıyordu.

      Sabah kendini daha iyi hissetti. Birkaç ekmek kızartıp bir fincan kahve yaptı. Midesi iyiydi. Kötü kokmaya başlayan dairesini havalandırdı. Yağmur bulutları gitmiş, hava ısınmıştı. Öğle arasında Wallander kuaförü aradı. Cevap veren yine Karin oldu.

      “Mona’ya onu bu gece arayacağımı söyler misin?” dedi. “Hastaydım.”

      “Haber veririm.”

      Wallander, sesinde alaycılık olup olmadığına karar veremedi. Mona’nın kişisel hayatı hakkında pek konuştuğunu düşünmüyordu. En azından konuşmadığını umuyordu.

      Wallander saat bire doğru emniyete gitmek için hazırlandı ama emin olmak için arayıp Hemberg’in yerinde olup olmadığını sordu. Onu yakalamaya ya da en azından nerede olabileceğine dair bilgi almaya yönelik birkaç başarısız girişimin ardından vazgeçti. Alışverişe gitmeye ve öğleden sonranın geri kalanında Mona’yla kolay olmayacak konuşmaya hazırlanmaya karar verdi.

      Akşam yemeği için çorba yaptı. Sonra kanepeye uzanıp televizyon izledi. Yediyi biraz geçe kapı çaldı. Mona bir şeylerin ters gittiğini anlayıp gelmiştir, diye düşündü.

      Ama kapıyı açtığında, Jespersen karşısında duruyordu.

      “Sen ve lanet midyelerin,” dedi Wallander öfkeyle. “İki gündür hastayım.”

      Jespersen ona merakla baktı.

      “Bende bir şey yok,” dedi. “Midyelerde bir sorun olmadığına eminim.”

      Wallander, akşam yemeği hakkında konuşmaya devam etmenin anlamsız olduğuna karar verdi. Jespersen’i içeri aldı. Mutfakta oturdular.

      “Burada tuhaf bir şey kokuyor.”

      “Neredeyse kırk saatini tuvalette geçirdiğinde böyle olabiliyor.”

      Jespersen başını salladı.

      “Başka bir şey olmalı,” dedi. “Anne-Birte’nin midyeleri değil.”

      “Buraya geldiğine göre,” dedi Wallander. “Bana söyleyeceğin bir şey var demektir.”

      “Biraz kahve iyi olurdu,” dedi Jespersen.

      “Çıkıyordum, üzgünüm. Her neyse, geleceğini bilmiyordum.”

      Jespersen başını salladı. Alınmamıştı.

      “Midyeler kesinlikle karın ağrısı yapabilir ama bence seni endişelendiren başka bir şey var.”

      Wallander şaşırmıştı. Jespersen onun içini görmüştü, acının tam merkezinde Mona vardı.

      “Haklı olabilirsin,” dedi. “Ama konuşmak istediğim bir şey değil.”

      Jespersen ellerini kaldırıp teslim oldu.

      “Buraya kadar geldiğine göre bana söyleyeceğin bir şeyler olmalı,” diye tekrarladı Wallander.

      “Başkanınız Bay Palme’ye ne kadar saygı duyduğumu daha önce söylemiş miydim?”

      “Başkan değil, daha başbakan bile olmadı. Ama onca yolu bunu söylemek için gelmedin sanırım.”

      “Yine de öyle söyleyebiliriz,” diye ısrar etti Jespersen. “Ama beni buraya başka sebeplerin getirdiği konusunda haklısın. Kopenhag’da yaşıyorsan, yalnızca bir ayak işi seni Malmö’ye getirir. Umarım ne demek istediğimi anlıyorsundur.”

      Wallander sabırsızca başını salladı. Jespersen lafı çok uzatan biriydi. Denizcilik hikâyelerini anlattığı zamanlar hariç tabii, o konuda ustaydı.

      “Kopenhag’daki bazı arkadaşlarla konuştum,” dedi Jespersen. “Oradan bir şey çıkaramadım. Sonra Malmö’ye geldim ve işler daha iyi gitti. Bin yıl boyunca yedi denizi dolaşan yaşlı bir elektrikçiyle konuştum. Adı Ljungström. Kaldığı yeri unutmuş olmam dışında, bugünlerde bir huzurevinde yaşıyor. İki ayağının üzerinde zar zor duruyordu. Ama hafızası net.”

      “Ne dedi?”

      “Hiçbir şey. Ama Frihamnen’de bir adamla biraz sohbet etmemi önerdi. Onu bulup Hansson ve Hålén’i sorduğumda, ‘Bu ikisi oldukça popüler,’ dedi.”

      “Bununla ne demek istedi?”

      “Sen ne düşünüyorsun? Sen bir polissin ve sıradan insanların anlamadıklarını anlayabilmen gerekir.”

      “Tam olarak ne dedi?”

      “Bu ikisi oldukça popüler.”

      Wallander anlamıştı.

      “Bana göre bu isimler ya da kendisi hakkında soru soran başka biri daha olmuş.”

      “Evet.”

      “Kim?”

      “Adını bilmiyordu. Ama biraz dengesiz görünen bir adam olduğunu iddia etti. Bunu nasıl çevirebilirim ki? Tıraşsız ve kötü giyinmiş. Ve sarhoş.”

      “Ne zaman olmuş?”

      “Yaklaşık bir ay önce.”

      Wallander, Hålén’in fazladan kilidi taktırdığı sıralarda, diye düşündü.

      “Adamın adını bilmiyor muydu? Frihamnen’deki bu adamla kendim konuşabilir miyim? Bir adı olmalı?”

      “Bir polisle konuşmak istemiyor.”

      “Neden?”

      Jespersen omuz silkti.

      “Limanda işlerin nasıl olabileceğini biliyorsun. Patlatılan alkol kasaları, kaybolan kahve torbaları…”

      Wallander böyle şeyler duymuştu.

      “Ama etrafa sormaya devam ettim,” dedi Jespersen. “Yanılmıyorsam, şehrin ortasında adını unuttuğum o parkta bir iki şişe içkiyi paylaşmak için bir araya gelen biraz dökük insanlar olduğunu düşünüyorum. P ile başlayan bir şey miydi?”

      “Pildamms Park?”

      “Evet, orası. Hålén’i ya da Hansson’u soran adamın bir göz kapağı sarkık.”

      “Hangi gözü?”

      “Onu bulunca anlamanın zor olacağını sanmıyorum.”

      “Yaklaşık bir ay önce Hålén veya Hansson’u mu sormuş? Ve Pildamms Park’ta mı takılıyor?”

      “Geri dönmeden önce onu arayabiliriz diye düşündüm,” dedi Jespersen. “Belki yolda bir kahve alacak bir yer de buluruz?”

      Wallander saatine baktı, yedi buçuktu.

      “Bu gece yapamam. Meşgulüm.”

      “O zaman Kopenhag’a dönüyorum. Anne-Birte’yle midyeleri hakkında konuşacağım.”

      “Başka bir şeyden olabilir,” dedi Wallander.

      “Sadece ne olduğunu Anne-Birte’ye söyleyeceğim.”

      Salona geçmişlerdi.

      “Geldiğin için teşekkürler,” dedi Wallander. “Ve yardımın için de.”

      “Ben teşekkür ederim,” dedi Jespersen. “Sen orada