güzel,” dedi. “Buraya gelen herkesi tanıyorum. Ne içeceklerini, ne söyleyeceklerini biliyorum. Onlar da benim hakkımda aynı şeyleri biliyor. Bazen neden başka bir yere gitmediğimi ben de düşünüyorum ama cesaret edebileceğimi sanmıyorum.”
“Neden?”
“Belki biri arkamdan duymak istemeyeceğim bir şey söyler.”
Wallander, Jespersen’in söylediklerini tam olarak anladığından emin değildi. Bir yandan İsveççe-Danca arası bir dil kullanması, diğer yandan da açıklamaları biraz belirsizdi.
“Seni görmeye geldim,” dedi Wallander. “Bana yardım edebileceğini düşündüm.”
“Başka bir polis olsaydı cehenneme gitmesini söylerdim,” diye yanıtladı Jespersen neşeyle. “Ama sen farklısın. Öğrenmek istediğin nedir?”
Wallander olanları anlattı.
“Hem Anders Hansson hem de Artur Hålén adında bir denizci,” diye bitirdi. “Ayrıca mühendis olarak da çalışmış.”
“Hangi hatta?”
“Sahlén.”
Jespersen yavaşça başını salladı.
“Adını değiştiren biri olsaydı duyardım,” dedi. “Her zaman olan bir şey değil bu.”
Wallander, Hålén’in görünüşünü tarif etmeye çalıştı. Bir yandan da seyir defterlerinde gördüğü fotoğrafları düşünüyordu, değişmişti. Belki de Hålén ismini değiştirirken bilerek görünüşünü de değiştirmişti?
“Ekleyebileceğin başka bir şey var mı?” dedi Jespersen. “Bir denizci ve mühendis, bu şekliyle alışılmadık bir kombinasyon gibi duruyor. Hangi limanlara yelken açmış? Hangi tür gemilerde çalışmış?”
“Sanırım Brezilya’ya birkaç kez gitmiş,” dedi Wallander tereddütle. “Elbette Rio de Janeiro’ya ve aynı zamanda São Luis adında bir yere de.”
“Kuzey Brezilya,” dedi Jespersen. “Oraya daha önce gitmiştim. Kıyıdan uzakta, Casa Grande adında zarif bir otelde kalmıştım.”
“Söyleyecek başka bir şeyim olduğunu sanmıyorum,” dedi Wallander.
Jespersen kahvesine birkaç küp şeker daha atarken Wallander’i inceledi.
“Onu tanıyan biri mi? Bilmek istediğin bu mu? Anders Hansson’u tanıyan biri veya Artur Hålén’i?”
Wallander başını salladı.
“Öyleyse şimdilik bunlarla yetineceğiz,” dedi Jespersen. “Ben etrafa sorduracağım, hem burada hem de Malmö’de. Şimdi bir şeyler yemeye gidelim.”
Wallander saatine baktı. Beş buçuk, acele etmeye gerek yoktu. Eğer sekiz buçuktaki deniz otobüsüyle Malmö’ye dönerse, Mona’yı aramak için eve zamanında varmış olurdu. Ayrıca yine acıkmıştı. Sosis yeterli gelmemişti.
“Midye,” dedi Jespersen ve ayağa kalktı. “Bir şeyler atıştırmak için Anne-Birte’ye gidiyoruz.”
Wallander hesabı ödedi. Jespersen çoktan sokağa çıktığı için Wallander onun da hesabını ödemek zorunda kaldı.
Anne-Birte, Nyhavn’ın aşağı kesiminde bulunuyordu. Erken olduğu için masa bulmakta sorun yaşamadılar. Midye, Wallander’in çok tercih ettiği bir şey değildi ama Jespersen’e ayak uydurdu. Wallander bira içmeye devam ederken, Jespersen yoğun bir limon aroması olan Citronvand’la devam etti.
“Şimdilik içkiye dokunmayacağım,” dedi. “Ama birkaç hafta sonra başlayacağım.”
Wallander, Jespersen’in denizcilik yıllarından kalma hikâyelerini dinlerken yemeğini yedi. Sekiz buçuktan kısa bir süre önce ayrılmaya hazırdılar.
Wallander, Jespersen’in hesabı kendisine bırakacağını tahmin ettiği için parasının yetmeyeceğinden endişelendi. Ama parası hesabı ödemeye yetti.
Restoranın dışında vedalaştılar.
“Bunu araştıracağım,” dedi Jespersen. “Seninle iletişime geçerim.”
Wallander feribotlara doğru yürüyüp sıraya girdi. Saat tam dokuzda yola çıktılar. Wallander gözlerini kapadı ve neredeyse ânında uyuyakaldı.
Etrafındaki her şeyin çok sessizleştiği gerçeğiyle uyandı. Deniz otobüsünün motorlarının kükremesi durmuştu. Şaşkınlıkla etrafına baktı. Danimarka ve İsveç arasında yarı yoldaydılar. Ardından deniz otobüsünün hoparlör sisteminden kaptanın anonsu geldi. Deniz otobüsünün motoru bozulmuştu ve Kopenhag’a geri çekilmesi gerekiyordu. Wallander yerinden fırlayıp kamarotlardan birine gemide telefon olup olmadığını sordu. Olumsuz cevap aldı.
“Kopenhag’a ne zaman varacağız?” diye sordu.
“Maalesef birkaç saat sürecek. Ancak bu arada sandviç ve içecek vereceğiz.”
“Sandviç istemiyorum,” dedi Wallander. “Telefon istiyorum.”
Ama ona yardım edebilecek kimse yoktu. Yanındaki yolcu tersleyerek, acil durumundayken geminin telsizinin kişisel aramalar için kullanılamayacağını söyledi.
Wallander tekrar yerine oturdu.
Deniz otobüsü bozuldu, bana inanmayacak, diye düşündü. Bu onun için bardağı taşıran son damla olacak. O zaman ilişkimiz de temelli bozulacak.
Wallander gece iki buçukta Malmö’ye ulaştı. Ancak gece yarısından sonra Kopenhag’a varmışlardı. O saatten sonra Mona’yı arama düşüncesinden çoktan vazgeçmişti. Malmö’ye ulaştığında sağanak vardı. Taksiye binmek için yeterli parası olmadığından Rosengård’a kadar tüm yolu yürümek zorunda kaldı. Kapıdan içeri adımını atar atmaz birden kendini çok kötü hissetti. Kustuktan sonra ateşi çıktı.
Ah şu midyeler, diye düşündü. Sakın kimse bana şimdi gerçekten midemi üşüttüğümü söylemesin.
Wallander gecenin geri kalanını yatak odasıyla banyo arasında mekik dokuyarak geçirdi. Aslında hastalığını atlattığını söylemek için emniyeti aramamıştı. Bu nedenle hâlâ hastalık iznindeydi. Şafak vakti nihayet birkaç saat uyumayı başardı. Ama dokuzda tekrar tuvalete koşmaya başladı. Tuvaletteyken ve kusarken Mona’yı arama düşüncesi aklından çıkmıştı. En iyi ihtimalle ona bir şey olduğunu, hasta olduğunu anlayacaktı. Ama telefon çalmadı. Bütün gün kimse ona ulaşmaya çalışmadı.
O akşam geç saatlerde kendini biraz daha iyi hissetmeye başladı ama o kadar hâlsizdi ki bir fincan çaydan başka bir şey yapmayı başaramadı. Tekrar uykuya dalmadan önce Jespersen’in ne durumda olduğunu merak etti. Midye yemeyi önerdiği için onun da hasta olmasını umdu.
Ertesi sabah haşlanmış yumurta yemeye çalıştı. Ama bu sadece tekrar tuvalete koşturmak zorunda kalmasına neden oldu. Günün geri kalanını yatakta geçirdi. Midesinin yavaş yavaş normale dönmeye başladığını hissediyordu.
Saat beşten biraz önce telefon çaldı. Arayan Hemberg’di.
“Seni arıyordum,” dedi.
“Yatıyorum, hastayım,” dedi Wallander.
“Mide üşütmesi mi?”
“Daha doğrusu midye.”
“Ah tabii, aklı başında kimse midye yemez?”
“Yedim, maalesef ve şimdi de bedelini ödüyorum.”
Hemberg konuyu değiştirdi.
“Jörne’nin işinin bittiğini söylemek için aradım,” dedi. “Düşündüğümüz gibi değilmiş. Hålén,