Хеннинг Манкелль

Piramit ve Diğer Wallander Maceraları


Скачать книгу

yarısı olmasına rağmen neden hiç yorgun görünmediğini merak ediyordu. Hemberg, Stefansson ve başka bir polis daha sistemli şekilde daireyi aramış, çekmeceleri ve dolapları açmış, birçok şey bulup masanın üzerine koymuşlardı. Wallander, Hemberg’le Jörne adındaki adli tabibin konuşmasını da dinlemişti. Kadının boğulduğuna şüphe yoktu. İlk muayenesinde Jörne, kafasına arkadan vurulduğuna dair işaretler de bulmuştu. Hemberg’in bilmesi gereken en önemli şey, kadının ne kadar süredir ölü olduğuydu.

      “Muhtemelen birkaç gündür bu sandalyede oturuyor,” diye yanıtladı Jörne.

      “Kaç gün?”

      “Bir tahminde bulunmayacağım. Otopsi tamamlanana kadar beklemeniz gerekecek.”

      Jörne’yle konuşması bittiğinde Hemberg, Wallander’e döndü.

      “Tabii bunu neden sorduğumu anlıyorsun,” dedi.

      “Hålén’den önce ölüp ölmediğini öğrenmek mi istiyorsun?”

      Hemberg başını salladı.

      “Bu durumda, bir insanın neden kendi canına kıydığına dair elimizde makul bir açıklama olur. Katillerin intihar etmesi çok karşılaştığımız bir şey.”

      Hemberg salondaki kanepeye oturdu. Stefansson koridorda durmuş, polis fotoğrafçısıyla konuşuyordu.

      “Yine de oldukça net görebildiğimiz bir şey var,” dedi Hemberg biraz durakladıktan sonra. “Kadın sandalyede otururken öldürülmüş, biri kafasına vurmuş. Yerde ve masa örtüsünde kan izleri var. Sonra da boğulmuş. Bu da bize birkaç olası çıkış noktası veriyor.”

      Hemberg, Wallander’e baktı.

      Beni sınıyor, diye düşündü Wallander. Bu iş için yeterli olup olmadığımı görmek istiyor.

      “Kadının, katilini tanıdığı anlamına geliyor olmalı.”

      “Doğru. Başka?”

      Wallander zihnini yokladı, çıkarılacak başka sonuçlar var mıydı? Kafasını salladı.

      “Gözlerini kullanmalısın,” dedi Hemberg. “Masada bir şey var mıydı? Bir bardak mı vardı, daha mı fazlası yoksa? Kadın nasıl giyinmişti? Katilini tanıdığını gösteren bir şey mesela. İşleri basitleştirmek için şimdilik bir erkek olduğunu varsayalım, onu ne kadar iyi tanıyordu?”

      Wallander anlamıştı. Hemberg’in nereye varmak istediğini başta kaçırmış olması onu rahatsız etti.

      “Gecelik ve bornoz giyiyordu,” dedi. “Öylesine birinin yanındayken böyle giyinmezsin.”

      “Yatağı nasıl görünüyordu?”

      “Toplanmamış.”

      “Sonuç?”

      “Alexandra Batista’nın onu öldüren adamla ilişkisi olabilir.”

      “Başka?”

      “Masada bardak yoktu ama ocağın yanında kirli bardaklar vardı.”

      “Onlara bakarız,” dedi Hemberg. “Ne içmişler? Parmak izi var mı? Boş bardakların bize anlatacağı çok şey olabilir.”

      Kanepeden ağır ağır kalktı. Wallander birden çok yorulduğunu hissetti.

      “Yani aslında çok şey biliyoruz,” diye devam etti Hemberg. “Etrafta davetsiz misafir olduğuna dair bir işaret yok, yani cinayetin kişisel bir mesele yüzünden işlendiğini varsayacağız.”

      “Bu, Hålén’in evindeki yangını hâlâ açıklamıyor,” dedi Wallander.

      Hemberg onu tartıyormuş gibi inceledi.

      “Kendini iyice aşıyorsun,” dedi. “Sakin ve yöntemli bir şekilde ilerleyeceğiz. Bazı şeyleri büyük bir kesinlikle biliyoruz. Bu şeylerden yola çıkacağız. Bilmediğimiz ya da emin olamadığımız şeyler beklemek zorunda. Bir yapbozu, parçaların yarısı hâlâ kutudaysa çözemezsin.”

      Salona ulaşmışlardı. Stefansson fotoğrafçıyla konuşmasını bitirmiş, bu kez telefonda konuşuyordu.

      “Buraya nasıl geldin?” diye sordu Hemberg.

      “Taksiyle.”

      “Benimle geri gelebilirsin.”

      Hemberg, Malmö’ye dönerken yolculuk boyunca hiçbir şey söylemedi. Yolda yağmur çiseliyordu ve sis vardı. Hemberg, Wallander’i Rosengård’daki binasının önüne bıraktı.

      “Bugün benimle daha sonra iletişime geçersin,” dedi Hemberg. “Mide ağrıların geçtiyse tabii.”

      Wallander dairesine girdi. Sabah olmuştu bile. Sis dağılmaya başlamıştı. Kıyafetlerini çıkarma zahmetine girmek yerine doğrudan yatağın üstüne uzandı. Çok geçmeden de uykuya daldı.

      Kapı ziliyle uyandı. Uykulu uykulu salondan geçip kapıyı açtı. Kız kardeşi Kristina karşısında duruyordu.

      “Rahatsız mı ettim?”

      Wallander başını hayır anlamında sallayıp onu içeri aldı.

      “Bütün gece çalıştım,” dedi. “Saat kaç?”

      “Yedi. Bugün babamla Löderup’a gideceğim. Ama önce sana uğrayayım dedim.”

      Wallander kıyafetlerini değiştirip elini yüzünü yıkarken biraz kahve koymasını istedi. Yüzünü uzun süre soğuk suyla yıkayıp mutfağa gittiğinde, gecenin tüm yorgunluğunu üzerinden atmıştı. Kristina ona gülümsedi.

      “Uzun saçlı olmayan tanıdığım birkaç erkekten birisin,” dedi.

      “Bana yakışmıyor,” diye yanıtladı Wallander. “Ama tabii denemedim değil. Sakal da bırakamıyorum, gülünç duruyor. Mona sakalımı görünce beni ayrılmakla tehdit etti.”

      “O nasıl?”

      “İyi.”

      Wallander bir an ara verdiklerini anlatmayı düşündü.

      Aynı evde yaşarlarken Kristina’yla yakın ve güvene dayalı bir ilişkileri vardı. Yine de Wallander hiçbir şey söylememeye karar verdi. Stockholm’e taşındıktan sonra aralarındaki ilişki belirsiz ve daha düzensiz bir hâl almıştı.

      Wallander masaya oturup hâl hatır sordu.

      “İyi.”

      “Babam böbreklerle ilgili bir şey üzerine çalışan biriyle tanıştığını söyledi.”

      “Mühendis, yeni bir tür diyaliz makinesi geliştiriyor.”

      “Pek anlamadığım şeyler,” dedi Wallander. “Ama kulağa çok havalı geliyor.”

      Sonra Kristina’nın dilinin altında bir bakla olduğunu anladı, bakışlarından görebiliyordu.

      “Nedenini bilmiyorum,” dedi, “ama özellikle bir şey söylemek için gelmiş gibisin.”

      “Babama niye bu şekilde davrandığını anlamıyorum.”

      Wallander şaşırmıştı.

      “Ne demek istiyorsun?”

      “Ne düşünüyorsun? Toplanmasına yardım etmiyorsun. Löderup’taki evini görmek bile istemiyorsun ve sokakta karşılaştığınızda onu tanımıyormuş gibi yapıyorsun.”

      Wallander başını salladı.

      “Bunları mı söyledi?”

      “Evet, ve çok üzgün.”

      “Bunların hiçbiri doğru değil.”

      “Geldiğimden beri seni görmedim. Bugün taşınıyor.”

      “Ona