on bir olmamıştı. Wallander sağanağın bittiğini mutfak penceresinden görebiliyordu. Helena normalde öğle tatilini on iki buçuğa kadar yapmazdı. Bu, çıkmadan önce onu yakalayabileceği anlamına geliyordu.
Giyindi ve otobüse binip Merkez İstasyon’a gitti. Helena’nın çalıştığı nakliye şirketi liman bölgesindeydi. Kapıdan içeri girdi. Danışmadaki görevli onu tanımıştı, başıyla selam verdi.
“Helena içeride mi?” diye sordu.
“Telefonda ama yukarı çıkabilirsin, ofisinin nerede olduğunu biliyorsun.”
Wallander birinci kata çıkarken hissettiği tek şey korkuydu. Helena sinirlenebilirdi ama önce şaşıracağını düşünerek kendini sakinleştirmeye çalıştı. Bu süre, sadece iş için burada olduğunu söylemek için yeterliydi. Buraya eski erkek arkadaşı Kurt Wallander olarak değil, komiser adayı bir polis olarak gelmişti.
Kapının üzerine “Helena Aronsson, Müdür Yardımcısı” yazılmıştı. Wallander derin bir nefes alıp kapıyı tıklattı. Ses duyunca içeri girdi. Telefon görüşmesini bitirmiş, daktilonun başında oturuyordu. Haklıydı, kızgın değil, açıkça şaşırmıştı.
“Sen,” dedi. “Burada ne arıyorsun?”
“Bir soruşturma için buradayım,” dedi Wallander. “Bana yardım edebileceğini düşündüm.”
Ayağa kalkmış, şimdiden ondan gitmesini isteyecekmiş gibi görünüyordu.
“Dediğim gibi,” dedi Wallander. “Kesinlikle kişisel bir şey değil.”
Hâlâ tetikteydi.
“Sana hangi konuda yardımcı olabilirim?”
“Oturabilir miyim?”
“Eğer uzun sürmeyecekse.”
Wallander, Hemberg gibi konuşuyor, diye düşündü. Güçlü olan taraf oturmaya devam ederken, ayakta durup kendinizi daha aşağıda hissetmenizi istiyor. Wallander oturdu ve bir zamanlar masanın diğer tarafındaki kadına nasıl bu kadar âşık olabildiğine şaşırdı. Şimdi onunla ilgili hatırladığı şey çok katı ve kibirli olduğundan başka bir şey değildi.
“İyiyim,” dedi. “Hiç sormadan söyleyeyim.”
“Ben de iyiyim.”
“Ne istiyorsun?”
Wallander kabalığı karşısında iç çekti ama yine de olanları anlattı.
“Nakliye sektöründe çalışıyorsun,” diye bitirdi. “Hålén’in denizde gerçekte ne iş yaptığını nasıl öğrenebileceğimi bilirsin. Hangi şirketlerde ve hangi gemilerde çalıştığını öğrenmek istiyorum.”
“Biz nakliyecilik yapıyoruz,” dedi Helena. “Kockums ve Volvo’nun ürünlerini taşımak için gemiler kiralıyoruz ya da gemilerin bir bölümünü, hepsi bu kadar.”
“Bilen biri olmalı.”
“Polis başka yöntemlerle bulamaz mı?”
Wallander bu sorunun geleceğini tahmin ettiği için bir cevap hazırlamıştı.
“Bu soruşturma biraz gizli yürütülüyor,” dedi, “bu nedenle fazla ayrıntıya giremeyeceğim.”
Ona tam olarak inanmadığını görebiliyordu ama bunu eğlenceli bulduğu da anlaşılıyordu.
“Bazı meslektaşlarıma sorabilirim,” dedi. “Eski bir kaptanımız var. Ama benim kazancım ne olacak, sana yardımı olursa tabii?”
Karşılığında, kendini toplayarak arkadaşça bir ses tonuyla, “Ne istersen?” dedi.
Başını salladı.
“Hiçbir şey,” dedi.
Wallander ayağa kalktı.
“Telefon numaram aynı.”
“Benimki değişti,” dedi Helena. “Ama sana vermeyeceğim.”
Wallander yeniden sokağa çıktığında terden ıslandığını fark etti. Helena’yla görüşmesi beklediğinden daha gergin geçmişti. Ne yapacağını düşünerek bir süre hareketsiz bekledi. Daha fazla parası olsaydı Kopenhag’a giderdi. Ama hastalık bahanesiyle işe gitmediğini hatırladı. Biri onu arayabilirdi, evden çok uzaklaşamazdı. Bir yandan da ölen komşusuna harcadığı zamanın arttığı gerçeğini kabul etmesi zor geliyordu. Danimarka vapurlarının karşısındaki bir kafeye gidip günün menüsünden yedi. Sipariş vermeden önce ne kadar parası olduğunu kontrol etti. Yarın bankaya gitmesi gerekiyordu, bin kronu daha vardı. Ayın geri kalanında idare ederdi. Yahni yiyip su içti.
Saat bire doğru yola koyuldu. Güneybatıdan yeni fırtınalar geliyordu. Eve gitmeye karar verdi. Ama babasının banliyösüne giden bir otobüs görünce ona bindi. Birkaç saat de olsa babasının bavullarını toplamasına yardım edebilirdi.
Evde tarif edilemez bir karışıklık vardı. Babası eski bir gazeteyi okuyordu. Kafasında yırtık, eski bir hasır şapka vardı. Wallander’e şaşkınlıkla baktı.
“Bıraktın mı?” diye sordu.
“Neyi bıraktım mı?”
“Mantıklı olanı yapıp polisliği bıraktın mı?”
“Bugün izinliyim,” dedi Wallander. “Ayrıca konuyu tekrar açmanın anlamı yok. Asla anlaşamayacağız bu konuda.”
“1949’dan kalma bir yazı buldum,” dedi. “İlgimi çekti.”
“Yirmi yılı geçmiş gazeteleri okumak için gerçekten zamanın var mı?”
“O zamanlar bunu okumaya vaktim olmamıştı,” dedi babası. “Her şey bir yana, bütün gün çığlık atmaktan başka hiçbir şey yapmayan iki yaşında bir oğlum vardı. Bu yüzden ancak şimdi okuyorum.”
“Toplanmana yardım ederim diye düşünmüştüm.”
Babası porselenlerle dolu bir masayı işaret etti.
“Bu şeylerin kutulara konması gerekiyor,” dedi. “Ama düzgün yapmalısın, hiçbir şey kırılmasın. Kırık bir tabak bulursam yenisini almak zorunda kalırsın.”
Babası gazetesine döndü. Wallander montunu astı ve porselenleri toplamaya başladı. Tabakları çocukluğundan hatırlıyordu, özellikle de kenarında küçük bir kırık olan kupayı çok net hatırlayabiliyordu. Babası bir sayfa daha çevirdi.
“Nasıl hissettiriyor?” diye sordu Wallander.
“Ne, nasıl hissettiriyor?”
“Taşınmak.”
“İyi. Değişiklik güzeldir.”
“Hâlâ evi görmedin mi?”
“Hayır, ama iyi olacağına eminim.”
Wallander, babam ya deliriyor ya da bunuyor ama yapabileceğim hiçbir şey yok, diye düşündü.
“Hani Kristina gelecekti?” dedi.
“Alışverişe çıktı.”
“Onu görmek isterdim. Neler yapıyormuş?”
“İyi. Mükemmel bir adamla tanışmış.”
“Buraya mı getirdi?”
“Hayır ama bana sesinden iyi biri gibi geldi. Muhtemelen yakında onun sayesinde torun sahibi olabileceğim.”
“Adı ne? Ne iş yapıyor? Bütün bunları tek tek sormam mı gerekiyor?”
“Adı Jens, diyaliz araştırmacısı.”
“O da ne?”
“Böbrek,