bir ayrıntıyı dışarı sızdırırsa tutuklanabileceğini bile ima ettim ama sanırım blöf yaptığımı anladı.”
“Onunla ben konuşayım mı?”
Martinson masasının üstünden öne eğildi. Wallander onun hem yorgun hem de sıkıntılı olduğunu görebiliyordu. Bu kendisini üzdü birden.
“Kaç yıldır birlikte çalışıyoruz? Yirmi mi? Daha fazla mı? Bana ne yapmam gerektiğini ilk gösteren sendin. Bana gerekirse çıkışırdın ama hakkımı da verirdin. Şimdi ne yapman gerektiğini söyleme sırası bende. Hiçbir şey yapmayacaksın. Her şeyi daha da kötü hâle getirirsin. Garsonla konuşma, kimseyle konuşma. Lennart dışında kimseyle. Onu hemen şimdi görmen gerekiyor. Seni bekliyor.”
Wallander başını sallayıp ayağa kalktı.
“Bu konuda elimizden geleni yapacağız,” dedi Martinson.
Wallander onun ses tonundan çok da ümitli olmadığını anladı.
Silahına uzandı ama Martinson başını iki yana salladı.
“O burada kalsa iyi olur,” dedi.
Wallander koridora çıktı. Kristina Magnusson geçiyordu, avuçlarının arasında bir kupa kahve vardı. Kadın onu başıyla selamladı. Wallander onun da bildiğini anladı. Her zaman yaptığı gibi dönüp kadını arkadan incelemedi. Onun yerine lavaboya gidip kapıyı kilitledi. Lavabonun üstündeki ayna çatlaktı. Tıpkı benim gibi, diye düşündü Wallander. Yüzünü yıkadı, kuruladı, kan çanağına dönmüş gözlerini inceledi bir süre. Aynadaki çatlak yüzünü ikiye ayırıyordu.
Wallander tuvalet klozetinin üstüne oturdu. İçini rahatsız eden başka bir duygu vardı, sadece yaptığı şey yüzünden hissettiği utanç ve korku değildi. Böyle bir şey daha önce hiç olmamış, beylik tabancasını kuralları çiğneyecek şekilde hiç kullanmamıştı. Onu ne zaman yanında eve götürse, komşularıyla ara sıra çıktığı yaban tavşanı avında kullandığı ruhsatlı çiftesini sakladığı dolaba kaldırıp kilitlerdi. Onu asıl sarhoş olmaktan çok daha çok etkileyen bir şey vardı: yabancısı olduğu bir unutkanlık hâli. Etrafta yakacak ışık bulamadığı bir karanlık.
Sonunda emniyet müdürüne gitmek için ayağa kalktığında yirmi dakikadır tuvalette oturduğunu fark etti. Eğer Martinson müdürü arayıp ona gelmek üzere olduğumu bildirdiyse büyük olasılıkla kaçtığımı sanacaklar, diye düşündü. Ama ortada kaçmayı gerektirecek kadar da kötü bir durum yoktu.
Lennart Mattson, iki kadın emniyet müdürünün ardından Ys-tad’daki bu pozisyona geçen yıl getirilmişti. Genç bir adamdı, daha kırkında bile değildi ve polis bürokrasisi içinde şaşırtıcı bir hızla yükselmişti; bugünlerde çoğu kıdemli memur bu şekilde yükseliyordu. Aktif görev yapan polislerin çoğu gibi Wallander de bu yoldan başa getirilmeyi, polis teşkilatının görevini tam olarak yapmasına ket vuracak bir durum olarak görüyordu. İşin kötü tarafı, Mattson Stockholm’den gelmişti ve Skåne aksanını anlamakta zorluk çektiğinden yakınırdı. Wallander bazı iş arkadaşlarının Mattson ile konuşurlarken ipin ucunu özellikle kaçırdıklarının farkındaydı ama kendisi bu tür art niyetli davranışlara katılmaz, uzak durmayı, yaptığı şeylere fazla bulaşmamayı tercih ederdi; tabii o da polis işine çok fazla karışmadığı sürece. Mattson’un da Wallander’e saygı duyduğu belliydi; bugüne kadar Wallander’in amiriyle arasında herhangi bir sorun çıkmamıştı.
Ama şimdi her şeyin birden değiştiğini görüyordu.
Mattson’un kapısı aralıktı; vurup içeri girdiğinde Mattson’un tiz, neredeyse cırtlak denebilecek tondaki sesini duydu.
Desenli bir kanepe ile aynı döşemeden koltukların çaba harcanarak ofise sığdırılmaya çalışıldığı belliydi. Wallander oturdu. Mattson eğer atlatması mümkünse asla sohbet başlatmama gibi bir teknik geliştirmişti, hatta görüşmek için davet eden kişi kendisi bile olsa. Ulusal Polis Teşkilatı’ndan gelen bir uzmanın, Stockholm’e geri dönmeden önce, Mattson ile aralarında tek kelime bile edilmeden yarım saat boyunca sessiz oturduklarına dair söylentiler vardı.
Wallander hiçbir şey konuşmayarak Mattson’u zorlama fikriyle eğlendi bir süre ama bu sadece kendini daha da kötü hissetmesine neden olurdu. Oysa ortamın havasını en kısa zamanda temizlemesi gerekiyordu.
“Olanlar için ne kadar özür dilesem az,” diye başladı. “Durumun savunulacak bir tarafı olmadığını kabul ediyorum ve kurallar hangi disiplin cezasını icap ettiriyorsa onu uygulamak durumunda olduğunuzu anlıyorum.”
Makineli tüfek gibi sıralayışına bakılırsa Mattson’un sorularını önceden hazırladığı belliydi.
“Daha önce böyle bir şey oldu mu?”
“Silahımı bir restoranda bırakmak mı? Elbette hayır!”
“Alkol probleminiz var mı?”
Bu soru Wallander’in kaşlarını çatmasına neden olmuştu. Mattson böyle bir fikre de nereden kapılmıştı?!
“İçkiyi keyfi tüketirim,” dedi Wallander. “Gençken hafta sonları iyi içtiğimi söyleyebilirim ama artık bunu yapmıyorum.”
“Ama yine de hafta içi bir akşam dışarı çıkıp kafayı çekmeye gittiniz?”
“Kafayı çekmeye gitmedim. Ben yemeğe gittim.”
“Bir şişe şarap ve kahveyle konyak?”
“Ne içtiğimi çoktan biliyorsanız niye soruyorsunuz? Ama ben buna kafayı çekmek demem. Bu ülkedeki aklı başında normal hiçbir insan bunu böyle görmez. Kafayı çekmek birbiri ardına şnaps veya votkayı yuvarlamak demektir, genellikle doğruca şişeyi kafaya dikerek ve sadece sarhoş olmak için yapılır, başka bir şey için değil.”
Mattson bir sonraki sorusunu sormadan önce biraz düşündü. Wallander onun tiz sesine sinir olmuştu ve karşısındaki adamın arazi polisliğinin ne demek olduğunu, insanın başına ne korkunç şeyler gelebileceğini bilip bilmediğini merak etti.
“Yaklaşık yirmi yıl önce alkollü araç kullanırken bir arkadaşınıza yakalanmışsınız. Olayı örtbas etmişler ve sonunda bir şey olmamış ama bugün çok daha kötü bir durumun meydana gelmesine neden olan, gizlemeye çalıştığınız gerçek bir alkol probleminiz var mı, anlamak zorundayım.”
Wallander o olayı çok iyi hatırlıyordu. Malmö’deydi ve Mona ile akşam yemeği yemişlerdi. Boşanmalarından sonra, hâlâ onu kendisine dönmeye ikna edebileceğini düşündüğü zamanlardı. Ama yemeğin sonunda tartışmışlar ve kadını restoranın önünden tanımadığı bir adamın gelip aldığını görmüştü. Öyle kıskanmış ve bozulmuştu ki bütün sağduyusunu yitirmiş ve bir otelde gecelemek ya da arabada uyumak yerine eve dönmek üzere yola çıkmıştı. Onu eve polis arkadaşları getirmiş, arabasını da onlar park etmişlerdi ve daha sonra bu olaydan bir daha bahsedildiğini duymamıştı. O gece kendisini alkollü yakalayan memurlardan biri artık yaşamıyordu, diğeri de emekliydi ama dedikoduların hâlâ dinmediği belliydi. Bu duruma şaşırdı.
“Bunu inkâr etmiyorum ama dediğiniz gibi bu yirmi yıl önceydi; ve sizi temin ederim alkol problemim yok. Hafta içi bir akşam yemeği dışarıda yemeyi tercih ettiysem bunun benden başkasını neden ilgilendirdiğini anlamıyorum.”
“Yine de gerekli adımları atmak durumundayım. Henüz kullanmadığınız tatiller olduğundan ve şu aralar önemli bir soruşturma işinde olmadığınızdan, size bir haftalık izne çıkmanızı öneririm. Bir iç soruşturma yapılacak, elbette. Şimdilik bütün söyleyeceğim bu kadar.”
Wallander ayağa kalktı. Mattson oturmaya devam ediyordu.
“İlave