an benim iyi bir hikâye olduğumu düşünüyorsunuz, öyle mi?”
“Birden ona kadar derecelendirirsek ancak dört edersiniz, daha fazla değil.”
“Ya restoranda garsonu vurmuş olsaydım?”
“O zaman mükemmel bir on alırdınız. Bu ön sayfaya manşet olurdu.”
“Olayı nereden öğrendiniz?”
Fotoğrafçı kamerasını kullanmak için kıvranıyordu ama sözünü tuttu. Lisa Halbing yüzündeki yapmacık tebessümü hâlâ koruyordu.
“Bu soruya cevap vermeyişimi herhâlde anlayışla karşılarsınız.”
“Sanırım size haber uçuran kişi garsondu.”
“Aslında o değildi ama bundan başka bir şey söylemeyeceğim.”
Wallander biraz düşününce iş arkadaşlarından birinin ayrıntıları sızdırmış olabileceğini anladı. Hepsi olabilirdi, hatta Lennart Mattson’un kendisi bile ya da Malmö’den gelen o müfettiş. Bu işten ne kadar para kazanıyorlardı? Polislik yaptığı bunca yıldır şu ‘haber sızdırma’ konusu hep bir sorun olmuştu ama bugüne dek kendisi hiç hedef olmamıştı. Ne o bir gazeteciyle görüşmüş ne de arkadaşlarından birinin böyle bir şey yaptığına dair bir ima duymuştu. Ama zaten bildiği ne vardı ki? Koca bir hiç.
O gece geç saatlerde Linda’ya telefon edip kızını ertesi gün gazetede okuyabileceği haberle ilgili uyardı.
“Onlara her şeyi bütün dürüstlüğünle anlattın mı?”
“Hiç değilse kimse beni yalan söylemekle suçlayamaz.”
“O zaman hiçbir şey olmaz. Onlar hep yalanların peşine düşerler, nemalanmak istedikleri odur ama yankı bulacağını sanmam.”
Wallander o geceyi kötü geçirdi. Ertesi gün telefonunun çalmasını bekledi ama sadece iki telefon gelmişti. Biri Kristina Magnusson’dandı, olayın kontrolden çıkmasından dolayı kadın kızgındı. Kısa bir süre sonra Lennart Mattson aradı.
Tenkit eden bir tonla, “Basına açıklama yapmanız hiç iyi olmamış,” dedi.
Wallander kızdı.
“Kapınızın önüne bir gazeteci ile fotoğrafçının dikildiğini görseniz siz ne yapardınız? Olup bitenleri bütün detaylarıyla bilen insanlar! Kapıyı yüzlerine mi kapatırdınız ya da yalan mı söylerdiniz?”
“Ben onları sizin çağırdığınızı sanmıştım,” dedi Mattson.
“O zaman sandığımdan da aptalmışsınız!”
Wallander telefonu hırsla kapadı ve fişini çekti. Sonra cepten Linda’yı aradı ve ona kendisiyle konuşmak istediğinde bu numarayı kullanmasını söyledi.
“Sen de bizimle gel,” dedi kızı.
“Sizinle nereye geleyim?”
Linda şaşırmış gibi oldu.
“Sana söylemedim mi? Stockholm’e gidiyoruz. Håkan’ın yetmiş beşinci yaş günü. Sen de gel!”
“Hayır,” dedi. “Ben burada kalacağım. Eğlenecek havada değilim. Restorandaki akşam yemeğinde yeterince eğlendim.”
“Yarından sonraki gün yola çıkıyoruz. Bir düşün istersen.”
Wallander o gece yatağa giderken hiçbir yere kıpırdamayacağına emindi. Fakat ertesi gün fikrini değiştirdi. Jussi’yi komşularına bırakabilirdi. Birkaç günlüğüne sırra kadem basmak iyi bir fikirdi.
Takip eden gün Stockholm’e uçtu. Linda ve ailesi arabayla geliyorlardı. Merkez Gar’ın karşısındaki bir otele yerleşti. Akşam baskısı gazeteleri karıştırırken kendi silah hikâyesinin çoktan gazetelerin iç sayfa haberleri arasına düşmüş olduğunu gördü. Günün büyük haberi, sıra dışı bir cesaretle Göteborg’da, yüzlerine ABBA maskesi takmış dört soyguncu tarafından gerçekleştirilmiş bir banka soygunuydu. İstemeye istemeye içinden soygunculara minnetini sundu.
O gece otel yatağında uzun zamandır olmadığı gibi huzurla uyudu.
4
Håkan von Enke’nin doğum günü partisi, Stockholm’ün kalburüstü semtlerinden Djursholm’de, davetler için kiralanan bir mekânda veriliyordu. Wallander buraya daha önce hiç gelmemişti. Linda bir takım elbise giymesinin yeterli olacağını söylemişti. (Von Enke smokin ve fraktan nefret ediyordu ama uzun denizcilik kariyeri boyunca kullandığı değişik üniformaları giymeyi severdi). Wallander de eğer istese polis üniformasını giyebilirdi ama yanına en iyi takım elbisesini almayı tercih etmişti; şu anki şartlar altında üniformasını kullanmak ona doğru gelmiyordu.
Arlanda Havaalanı’ndan bindiği ekspres tren Merkez Gar’a vardığında, Stockholm’e gelmeyi neden kabul ettim sanki, diye sorguluyordu kendini. Belki başka bir yere gitse çok daha iyi olurdu. Eskiden ara sıra Danimarka’da Skagen’e kısa yolculuklar yapardı. Orada sahil boyunca yürüyüş yapmayı sever, sanat galerilerine gider ve son otuz yıldır hep kaldığı pansiyonlardan birinde güzel zaman geçirirdi. Yıllar önce polis teşkilatından istifa etme fikri aklını kurcaladığı sıralar düşünmek için çekildiği köşe yine Skagen olmuştu. Ama işte şimdi buraya, Stockholm’e gelmişti ve bir doğum günü partisine katılıyordu.
Wallander Djursholm’e geldiği zaman, Håkan von Enke yanına kadar gelip kendisini karşıladı. Wallander’i gördüğü için gerçekten sevinmiş gibiydi. Ona ev sahibinin masasında, Linda ile bir tuğamiralin dul karısı arasında yer ayrılmıştı. Hök isimli dul kadın seksen yaşlarındaydı, işitme cihazı kullanıyordu ve her bir fırsatta şarap kadehini yeniden doldurtuyordu. Daha çorbalar içilirken hafiften açık saçık fıkralar anlatmaya başlamıştı bile. Wallander kadının sohbetinden hoşlanmış, özellikle altı çocuğundan birinin Lund’da adli tıp uzmanı olduğunu öğrenmek ilgisini çekmişti; genç adamla birkaç sebeple karşılaşmışlar ve kendisinde iyi bir izlenim bırakmıştı. Yemekte günün anlam ve önemini belirten bir sürü konuşma yapıldı ama neyse ki hepsi kısaydı. Tam bir asker disiplini, diye düşündü Wallander. Şerefe kadeh kaldırma olayı, konuşmasına birkaç esprili yorum katan ve Wallander’in de hayli eğlenceli bulduğu Tobiasson adında bir komutan tarafından yapılmıştı. Tuğamiralin dul karısı işitme cihazının aksilik çıkarması yüzünden bir süre sessiz kalınca, Wallander kendi yetmiş beş yaş kutlamasının nasıl geçeceğini düşünüp merak etti. Parti verdiğini düşünse bile kimler gelirdi ki? Linda ona kutlama için salon tutmanın Håkan von Enke’nin fikri olduğunu söylemişti. Wallander yanlış anlamadıysa bu duruma von Enke’nin eşi Louise bayağı şaşırmıştı çünkü kocası genellikle doğum günü kutlamalarına öyle fazla önem vermezdi ama bu kez nedense fikrini değiştirmiş ve bu büyük ziyafeti ayarlamıştı.
Kahveler parti salonuna bitişik bir yan mekânda, yine rahat koltuklarda oturmalı olarak servis edildi. Yemek olayı tamamen bitince Wallander biraz bacaklarını açmak amacıyla mekânın kış bahçesine çıktı. Restoranın arazisi büyüktü; eski sahibi İsveç’in ilk ve en zengin sanayicilerinden biriydi.
Birdenbire yanında Håkan vo Enke’nin belirdiğini görünce irkildi; adam elinde modası geçmiş bir pipo ile tütün paketi tutuyordu. Wallander markayı hemen tanıdı: Hamilton’s Blend. Yirmili yaşlarına doğru kendisi de bir süre pipo içmiş ve o da aynı tütün markasını kullanmıştı.
“Kış,” dedi von Enke, “ve hava tahminlerine göre kar fırtınası geliyormuş.”
Von Enke eğilip camdan dışarı karanlık gökyüzüne baktı.
“Belli bir derinlikte denizaltında olduğunuz zaman,