çoğunlukla bir süre sonra geri gelirler.”
“Öyle ama, uzun yıllardan beri ilk defa böyle sıra dışı davranıyormuş. Louise’in neden meraklandığını anlayabiliyorum. Histerik bir kadın değildir.”
“Bu geceye kadar bekleyin,” dedi Wallander. “Geri gelecektir, göreceksin.”
Wallander, Håkan von Enke’nin bir süre sonra meydana çıkacağına ve yokluğunun da çok geçerli bir açıklaması olacağına emindi. Kendisi endişeli olmaktan çok merak ediyordu, acaba kayboluşunun ne gibi bir açıklaması vardı? Fakat von Enke geri dönmemişti, ne o akşam ne de ertesi akşam. 11 Nisan gecesi geç saatlerde Louise kocasının kaybolduğunu ihbar etti. Sonrasında bir polis aracı içinde Lill-Jansskogen koruluğunun daracık labirent gibi yollarında gezdirdiler onu ama von Enke’yi yine de bulamadılar. Ertesi gün Kopenhag’dan oğlu Hans da geldi. Durumun ciddi olduğunu Wallander o zaman fark etti.
Bu arada iç soruşturma uzamış da uzamış ve hâlâ işbaşı yapmamıştı. Daha da kötüsü şubat başında evinin önünde buz tutan yolda kötü biçimde düşmüş ve sol bileğini kırmıştı. Jussi’nin tasma kayışına basıp düşmüştü çünkü hayvan hâlâ çekiştirip sürüklemekten vazgeçmeyi veya yolun kenarından yürümeyi öğrenememişti. Bileğini alçıya almışlar ve Wallander hastalık iznine çıkmıştı. Kendisine, Jussi’ye ve hatta Linda’ya karşı sık sık parladığı, öfke krizleri yaşadığı bir dönem olmuştu. Sonunda Linda çok gerekmedikçe onu aramayı kesmişti. Babasının büyükbabasına benzediğini düşünüyordu: ters, huysuz ve sabırsız. İstemeyerek de olsa Wallander içinden kızının haklı olduğunu kabul ediyordu ama babasına benzemeyi istemiyordu; her şeyle başa çıkabilirdi ama bununla değil. Hem yağlı boyalarında hem giderek kendisine yabancılaşan dünya hakkındaki görüşlerinde hep aynı şeyleri yapan, aksi bir ihtiyar olmak istemiyordu. Wallander’in evde kalıp kafese tıkılı bir ayı gibi volta attığı bir dönemdi. Altmış yaşında olduğunu, böylece acı bir gerçek olarak hayatının yaşlılık dönemine girdiğini görmezden gelemiyordu. Belki on veya yirmi yıl daha yaşardı ama günbegün daha da yaşlanmaktan başka bir şey tatmayacaktı. Gençlik uzak bir hatıraydı ve orta yaşı da artık ardında bırakmıştı. Kuliste duruyor, her şeyin açıklığa kavuşacağı, kötüler cezasını bulurken iyilerin kazanacağı üçüncü ve son sahneyi oynamak için sırasının gelmesini bekliyordu. En trajik rolü oynamak zorunda kalmamak için elinden geldiğince çaba gösteriyordu. Sahneyi kahkahalar içinde gülerek terk etmeyi tercih ederdi.
Kendisini asıl endişelendiren unutkanlığıydı. Arabayla Simrishamn veya Ystad’a alışverişe giderken bir liste yapardı ama dükkâna girince bu kez de listeyi unuttuğunu fark ediyordu. Acaba gerçekten bir liste yapmış mıydı? Hatırlayamıyordu. Bir gün unutkanlığı ile ilgili bu endişesi ayyuka çıkınca Malmö’de kendini “yaşlılık problemleri” uzmanı olarak lanse eden bir doktordan randevu aldı. Margareta Bengtsson adındaki doktor hanım onu Malmö merkezindeki eski bir yapıda kabul etti. Wallander ön yargılı davranıp kadının, yaşlılığın ızdıraplarından anlayamayacak kadar genç olduğunu düşünmüştü. Bırakıp gitmek istemiş ama sonra kendini tutup, deri koltuğa oturarak, giderek ciddileşmeye başlayan kötü hafızasından bahsetmeye başlamıştı.
Görüşmelerinin sonuna doğru, “Alzheimer hastalığı mı var bende?” diye sordu Wallander.
Margareta Bengtsson gülümsemişti; küçümseyici değil, dürüst ve dostça bir tebessümdü.
“Hayır,” dedi. “Sanmıyorum; ama tabii bir sonraki dönemecin ardında bizi neler bekliyor bilemeyiz.”
Ayaz soğuğunda arabasına geri dönerken, bir sonraki dönemeç, diye düşündü Wallander. Aracın yanına geldiğinde sileceklerin altına bir park cezası sıkıştırılmış olduğunu gördü. Ne kadar ceza yediğine bile bakmadan onu arabanın içine fırlattı ve eve doğru yola koyuldu.
Kapının önünde tanımadığı bir araba duruyordu. Wallander arabasından inerken Martinson’un köpek kulübesinin yanında durmuş, parmaklıkların arasından Jusssi’yi okşadığını gördü.
“Ben de neredeyse gidiyordum,” dedi Martinson. “Sana kapıya not bıraktım.”
“Mesaj iletmek için mi gönderdiler seni?”
“Kesinlikle hayır; nasıl olduğuna bakmak için gelmeyi ben istedim.”
Birlikte eve girdiler. Martinson yıllar içinde iyice genişlemiş olan Wallander’in kütüphanesini süzdü. Sonra mutfaktaki masaya geçip kahve içtiler. Wallander Malmö’ye gidişinden ve doktor ziyaretinden ona bahsetmedi. Martinson alçıdaki bileğini sorar gibi başıyla işaret etti.
Wallander, “Haftaya alçıyı çıkaracaklar,” dedi. “Dedikodulardan ne haber?”
“Elinle ilgili mi?”
“Benimle ilgili. Restorandaki silah meselesi.”
“Lennart Mattson inanılmaz derecede ketum biri. Neler olup bittiğini hiç bilmiyorum. Ama sana destek olacağımızı bil.”
“Bu doğru değil. Senin destek olacağına şüphem yok ama sızıntının bir kaynağı olmalı. Emniyette benden hoşlanmayan çok insan var.”
Martinson omuz silkti.
“Hayatın kendisi bu, elden ne gelir? Beni kim seviyor?”
Güneşin altında her şeyden konuştular. Wallander, Ystad’a ilk geldiği zamanlar emniyetteki meslektaşları arasından bugün geriye bir tek Martinson’un kaldığını düşünüp sarsıldı.
Martinson masada oturduğu yerde oldukça sıkıntılı görünüyordu. Wallander onun hasta olup olmadığını merak etti.
“Hayır, hasta değilim,” dedi Martinson. “Ama her şeyin bittiğini fark ediyorum. Polis memuru olarak kariyerimden bahsediyorum.”
“Sen de mi silahını restoranda unuttun?”
“Artık daha fazla dayanamıyorum,” dedi ve Wallander’i şaşırtan bir davranışla ağlamaya başladı. Orada çaresiz bir çocuk gibi otururken elleriyle kahve bardağını kavramış, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyordu. Wallander ne yapacağını şaşırmıştı. Son yıllarda Martinson’daki bu depresyon hâlini birkaç kez fark etmişti ama hiç kendini böyle koyuverdiğini görmemişti. Sessizce ağlamasının bitmesini beklemeye karar verdi. Telefon çaldığında kalkıp fişini çekti.
Martinson bir süre sonra kendini toparladı, yüzünü kuruladı.
“Ne yaptım böyle!” dedi. “Kusura bakma.”
“Neyin kusuruna bakayım? Bana göre, bir başka erkeğin önünde ağlayan bir erkek büyük cesaret sergilemektedir. Benim sahip olamadığım bir cesaret, ne yazık ki.”
Martinson yönünü kaybettiğini hissettiğinden bahsediyordu. Bir polis memuru olarak yaptığı işin değeriyle ilgili her geçen gün kendini daha fazla sorgulamaya başlamıştı. Çıkardığı işten değildi tatminsizliği, sıkıntısı İsveç’te bugün polislerin oynadığı rol yüzündendi. Halkın polisten beklentileriyle, polisin verdiği hizmet arasındaki uçurum giderek açılıyor gibiydi. İşkence gibi geçeceğini bildiği bir sonraki günün beklentisiyle her gecesinin uykusuz geçtiği bir noktaya ulaşmıştı.
“Bu yaz bu işi bitiriyorum,” dedi. “Malmö’de bağlantı hâlinde olduğum bir şirket var. Küçük işletmeler ve özel mülkler için güvenlik danışmanları ayarlıyorlar. Bana da bir iş verecekler. Üstelik kazancı şu an aldığımdan daha fazla.”
Wallander yıllar önce Martinson’un yine böyle istifa etmeye karar verdiği bir anı hatırladı. O zamanlar onu dayanması için