bir zevkle içine çekti.
“Açık konuşalım,” dedi. “Bu parti ikimizi de sıkıntıdan boğuyor. Herkes benim düzenlediğimi biliyor. Bunu yaptım çünkü dostlarımın beklentisi bu yöndeydi. Ama istersek biz yan odalardan birinde biraz saklanabiliriz. Karım eninde sonunda beni aramaya çıkacaktır ama o âna kadar rahat rahat konuşabiliriz.”
“Ama bu gecenin yıldızı sizsiniz,” dedi Wallander.
“Tıpkı iyi yazılmış bir sahne oyunundaki gibi,” dedi von Enke. “Heyecanı artırmak için başkarakterin sürekli sahnede olması gerekmez. Olay örgüsünün önemli bazı kısımlarının yan kanatlarda gelişmesi oyun açısından daha avantajlı olabilir.”
Susmuştu. Susuşu çok ani olmuştu; fazla ani, diye düşündü Wallander. Von Enke, Wallander’in arkasında bir yere dikmişti gözlerini. Wallander de arkasına döndü. Bahçeyi görüyordu ve de onun gerisinde Djursholm-Stockholm otobanıyla birleşen tali yollardan biri uzanıyordu. Wallander çitin diğer tarafında sokak lambası direğinin altında dikilen bir adam fark etti. Yanında park hâlinde bir araba vardı ama arabanın motoru çalışıyordu. Derken arabanın egzoz dumanları yükselip sarı ışığa karışarak dağıldı. Wallander, von Enke’nin endişeli olduğunu gördü.
“Haydi, kahvelerimizi alalım ve biraz ortadan kaybolalım,” dedi.
Kış bahçesinden çıkmadan önce Wallander yine arkasına dönüp baktı; araba gitmişti, yanında direğin altında duran adam da öyle. Belki de von Enke’nin partiye davet etmeyi unuttuğu biridir, diye düşündü. Kesinlikle beni arayan biri olamaz; yani restoranda unuttuğum silahla ilgili benimle konuşmak isteyen bir gazeteci.
Kahvelerini aldıktan sonra, von Enke öne düşüp Wallander’i kahverengi ahşap panellerden duvarları ve rahat deri koltukları olan küçük bir odaya götürdü. Wallander odanın pencereleri olmadığını fark etti. Von Enke kendisini izliyordu.
“Bu odanın bir çeşit sığınak olmasının bir sebebi var,” dedi. “1930’larda bu ev birkaç yıl boyunca Stockholm’de pek çok gece kulübünün sahibi olan birisine aitti, kulüplerin çoğu yasa dışıydı tabii. Her gece silahlı kuryeler şehirde dolaşır ve bütün ganimeti toplayıp buraya getirirlermiş. O günlerde bu odada büyük bir kasa bulunuyordu. Muhasebecileri burada oturur, nakit parayı sayar, deftere kaydederler, sonra da kasaya kilitlerlerdi. Kulüplerin sahibi kanunsuz işlerden dolayı tutuklanınca kasa kesilerek açıldı. Yanlış hatırlamıyorsam adamın ismi Göransson’du. Uzun hapis cezasına çarptırılmıştı ama sağ çıkamadı. Långholmen Hapishanesi’ndeki hücresinde kendini astı.”
Sustu, bir yudum kahve içti, sonra da çoktan sönmüş piposundan bir nefes çekti. İşte o sırada, dışarıda devam eden partideki misafir seslerinin boğuk duyulduğu izole edilmiş bu küçük odada Wallander, Håkan von Enke’nin korktuğunu anladı. Bunu daha önce de pek çok kez görmüştü: bir şeyden korkmuş bir insan. Gerçek veya hayal ürünü ama yanılmadığına emindi.
Von Enke’nin deniz subayı olarak hâlâ aktif görevde olduğu yıllardan bahsetmesiyle sohbet garip bir hâl almıştı.
“1980’in sonbaharıydı,” dedi. “Şimdi çok geçmişte kaldı, neredeyse bir jenerasyon öncesi, yirmi sekiz uzun yıl. Siz ne yapıyordunuz o yıllarda?”
“Ben Ystad’da polis memuruydum. Linda çok küçüktü. Yaşlanan babama daha yakın olabilmek için oraya taşınmıştım. Ayrıca Linda’nın büyümesi için de daha iyi bir ortam olduğunu düşünmüştüm, yani en azından Malmö’den ayrılış sebeplerimizden biri buydu. Ama bundan sonrası bambaşka bir hikâye.”
Von Enke Wallander’in anlattıklarını dinlemiyor gibiydi. O kendi hikâyesine devam etti.
“Ben o sonbahar doğu kıyılarındaki deniz üssündeydim. İki yıl öncesinde en iyi denizaltılarımızdan Su Yılanı takımından birinin komutanlığından istifa etmiştim. Biz denizaltıcılar ona kısaca Yılan deriz. Deniz üssündeki görevim geçiciydi. Ben yeniden denizlere dönmek istiyordum ama o günkü idareciler benim İsveç Deniz Kuvvetleri Harekat Komutanlığı’nında yer almamı istemişlerdi. Eylül ayında Varşova Paktı ülkeleri Doğu Almanya kıyılarında bir tatbikat yürütüyorlardı. MILOBALT diyorlardı ona. Bunu hâlâ hatırlıyorum. Çok da önemli bir manevra değildi; onlar da sonbahar tatbikatlarını bizimle aşağı yukarı aynı dönemlerde yapıyorlardı ama çıkartma tatbikatı ve denizaltı kurtarma çalışmaları yaptıklarından bu kez normalden daha fazla deniz araçları kullanılıyordu. Biz, çok fazla uğraşmadan gerekli detayları elde etmeyi başarmıştık. Ulusal Savunma Telsiz Kurumu’ndan, Rus deniz araçları ile Leningrad yakınlarındaki kendi ana üsleri arasında yoğun telsiz trafiği olduğunu duymuştuk ama her şey rutin bir uygulamanın parçası gibi görünüyordu; tatbikatta yaptıklarını göz hapsinde tutuyor ve önemli bulduğumuz her noktayı kaydediyorduk. Derken o perşembe günü geldi, 18 Eylül’dü, hiç unutamayacağım tarihlerden biridir. HMS Ajax adındaki filoya ait römorkörlerden birinde nöbetçi subaydan gelen bir telefonla, İsveç karasularında gezen yabancı bir denizaltı keşfedildiğini öğrendik. Ben de o sırada deniz üssündeki harita odalarından birinde, Doğu Alman sahil şeridini daha ayrıntılı gösteren bir harita arıyordum ki bir asker telaşla odaya daldı. Asker bana tam olarak neler olduğunu anlatamamıştı; ben de kumanda merkezine geri dönüp Ajax’taki nöbetçi subayla görüştüm. Subay bana teleskopuyla denizi tararken üç yüz metre kadar ötede bir denizaltı anteni fark ettiğini söyledi. Subay işini iyi bilen bir askerdi, durumu çabuk kavrayıp denizaltının büyük olasılıkla periskop derinliğinde olduğunu3 ama römorkörü görünce dalmaya başladıklarını düşünüyordu. Olay meydana geldiği sırada Ajax, Huvudskär’ın hemen güney açıklarındaydı; denizaltı ise güneybatıya doğru yol alıyordu ki bu, onun İsveç karasuları sınırına paralel durumda bulunduğunu ama kesinlikle hattın İsveç tarafında olduğunu gösteriyordu. O mıntıkada İsveç denizaltısı olup olmadığını öğrenmem fazla uzun sürmedi: Hiç yoktu. Tekrar Ajax’la telsiz bağlantısı istedim. Nöbetçi subaydan denizaltının gördüğü kaptan köşkünü veya periskopu tarif etmesini söyledim. Anlattıklarından geminin NATO’nun Whisky adını verdiği denizaltı sınıfından olduğunu hemen çıkardım. O zamanlar bu sınıf denizaltıları sadece Ruslar ile Polonyalılar kullanıyordu. Tabii bunu anlayınca o anda kalbimin nasıl hızla çarpmaya başladığını tahmin edersiniz. Ama aklımda iki soru daha vardı.”
Von Enke durdu, sanki o iki sorunun ne olduğunu Wallander’den sormasını bekler gibiydi. Kapının diğer tarafından kahkaha sesleri geldi ama sonra onlar da kesildi.
“Herhâlde denizaltının İsveç karasularına yanlışlıkla girdiğini mi bilmek istemiştiniz,” diye yorum yaptı Wallander. “Tıpkı Karlskrona açıklarında karaya oturduğu iddia edilen öteki Rus denizaltısı gibi?”
“O soruyu çoktan cevaplamıştım. Navigasyonu bir denizaltıdan daha mükemmel başka bir gemi yoktur. Bu konu sugötürmez bir gerçek. Ajax’ın karşılaştığı denizaltı, bulunduğu yere bilerek gelmiş bir denizaltıydı. Asıl soru, niyetinin ne olduğuydu. Görülmeyi beklemediği belliydi ama ne için keşif yapıyordu, neden su yüzüne çıkıyordu. Mürettebat dikkatsizliğinin bir işareti olabilirdi. Ama tabii başka bir olasılık daha vardı.”
“O da aslında keşfedilmeyi arzu etmesi mi?”
Von Enke başıyla onayladı ve tütmemekte ısrar eden piposunu yeniden yakmaya çalıştı.
“Bu durumda,” dedi, “bir römorkör ile karşılaşmak en güzeli olurdu. Çünkü bu türden bir geminin sizi vurmak için ne bir katapultu olurdu ne de böyle bir yüzleşme için eğitilmiş mürettebatı. Deniz üssünde o sırada