Tez-özel mülkiyet; antitez-kapitalizm; sentez-ortak mülkiyet.
Hegelci diyalektiğe başvurma girişiminde bulunan, Almanya dışındaki eleştirel toplumsal yazarlardan biri de, özellikle Mülkiyet Nedir? ve Ekonomik Çelişkiler Sistemi ya da Sefaletin Felsefesi (1840-1846) eserleriyle tanınan Proudhon’dur. En önemli kitabına Ekonomik Çelişkiler Sistemi adını vermesi, Proudhon’un Hegel’den epey etkilendiğini gösterir. Yine de konuyu derinlemesine ele almamış, Hegelci formüle epey mekanik biçimde başvurmuş, dahili bir gelişim süreci kavramına (toplumsal organizma içerisindeki ilerlemeye sevk eden güce) değinmemiştir.
Diyalektik metoda burada temsil edildiği şekilde yaklaşılacak olursa, Hegel’in materyalist bir düşünür olduğu zannedilebilir. Bu hatalı bir düşünce olacaktır. Çünkü Hegel idealisttir: Ona göre gelişim sürecinin kökeni ve özü materyal güçlerde değil, mantıksal fikirde, akılda, evrensel ruhta, mutlak varlıkta ya da -dini ifadesiyle- Tanrı’da aranmalıdır. Onun dünyayı yaratmadan önceki hali, içinde diyalektik olarak geliştirdiği tüm mantık formlarını barındıran bir fikir olarak kabul edilebilir. Fikir kendine materyal bir tezahür yaratır; kendini önce inorganik yapılı nesnelerle ifade eder; sonra bitkilere, yaşamın ortaya çıktığı organizmalara dönüşür; ardından fikrin mantığın doğuşuna evrimleştiği hayvan formunu; son olarak da mantığın bilince dönüşerek bireysel farkındalığa ve özgürlüğe kavuştuğu insan formunu alır. Onun en son ve en yüce nesnesi olarak Devlet içerisindeki varlığının farkına varana dek, bireysel farkındalığa sahip bir bilinç olarak, kendini insan tarihi, din, sanat ve felsefe, insan kurumları, aile ve yasalar aracılığıyla ifade eder.
O halde Hegel’e göre, materyal dünya inorganik nesnelerden organik varlıklara ve nihayet insana dönüştükçe, evrensel fikir de tanrısal nitelik kazanır. İnsan bilincinde, fikir bireysel farkındalığa ve özgürlüğe ulaşarak tanrıya dönüşür. Kozmoloji konusunda Hegel, Alman mistikler Sebastian Franck ve Jakob Böhme’nin izinden gitmektedir. Leibnitz’den beri dünyaya gelmiş Alman filozoflardan çok daha fazla Almandır.
Ancak ne tuhaftır ki Alman hayranlığı, Protestanlık ve Prusya Devleti Hegel’e göre evrensel bilincin en yüce ifadesidir. 1848’in Mart ayına dek olduğu şekliyle, tüm orta sınıf reformlarını ve (her türden) liberalizmi reddetmesiyle ve devlet kuvvetinin gücüne dayanan temelleriyle, özellikle de Prusya Devleti’ni bu şekilde görmektedir.
Hegelci kozmolojiyi mantıksal bir kavrayışla anlamaya çabalamanın pek manası yoktur. Sadece idealist değil, aynı zamanda, daha önce bahsettiğimiz gibi, mistiktir; tıpkı Kutsal Kitap gibi, insan aklının almayacağı bir niteliğe sahiptir; mantıksızdır ve akıl sınırlarının dışında yer alır. Evreni saf mantıktan, mantıksal fikirden ortaya çıkarmasına, diyalektik süreçte özgür bir bireysel farkındalığa ulaştırmasına rağmen, vardığı sonuç manasızlık ve inatçı bir nedenselliktir. Hegel liberalizmde sadece basit bir yadsıma, devletin bütünlüğünü bozarak onu bireylere ayıran, böylelikle tüm uyumunu ve örgütleme gücünü ortadan kaldıran, tamamen yıkıcı bir etmen görmüştür. Parlamenter sistemi şu şekilde suçlamıştır: “Parlamenter sistem, her şeyin onların (bireylerin) ifade gücü ve onayıyla şekillenmesini şart koşar. Çoğunluğun iradesi yönetimi ele geçirir ve muhalefet kontrolü ele alır, fakat söz konusu devlet olduğunda, muhalefet ona karşı çıkan birçok unsur bulacaktır. Böylece galeyan ve huzursuzluk devam eder. Tarih boyunca karşı karşıya gelinmiş bu çatışma, bu güçlük, bu sorun, gelecekte çözüme ulaştırılması gereken bir problemdir.” İçinde barındırdığı huzursuzluk ve galeyanla, antitez ve uzlaşmazlıklarla, özellikle de parlamenter sistemin Hegel’e göre özel bir çekimi olduğu düşünülebilir, ancak buna rağmen konuya ilgisini yitirmiştir. Bu durum nasıl açıklanabilir?
Hegel’in Prusya Devleti’yle ilişkisi, güçlü vatansever duygularına bağlanabilir. Mizacı siyasi açıdan güçlü bir biçimde milliyetçiliğe eğilimlidir. Gençlik yıllarında Alman İmparatorluğu’nun tamamen dağılmasına şahit olmuş, Almanların sefaleti karşısında derin bir üzüntüye kapılmıştır. Bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Almanya artık bir devlet değildir; Almanya’nın girdiği savaşlar bile, onun açısından onurlu bir biçimde sona ermemiştir. Burgundy, Alsace, Lorraine yıkıma uğramıştır. Vestfalya Barış Anlaşması’ndan sık sık Almanya’nın koruyucusu olarak söz edilse de, onunla birlikte Almanya’nın tamamen dağıldığı kesinleşmiştir. Almanlar iktidarlarını yerle bir eden Richelieu’ye minnettar kalmıştır.” Diğer taraftan, Yedi Yıl Savaşları ve Fransızlarla mücadele ettikleri Özgürlük Savaşı’nda Prusya’nın gösterdiği başarılar, bu devletin Almanya’yı kurtarabileceği yönünde umutlanmasına yol açmıştır. 1818’in Ekim ayında Berlin’deki konferanslarının açılışında ve Büyük Friedrich hakkındaki konferansında, bu düşünceyi dokunaklı ve coşkun bir tavırla ifade etmiştir. Bu yüzden Hegel, Prusya Devleti’nin iktidarını zayıflattığını düşündüğü her unsuru reddetmiştir.
Ancak Hegel’in düşünce tarihindeki yeri, dünyanın yaratılışına dair açıklamalarına ya da Alman ulusalcı politikalarına değil, diyalektik metoda dayanır. Bu metodu kullanarak yaptığı insan bilgisinin enginliğine yönelik araştırmalarda, materyalist ve tamamen bilimsel gözlemlere ve önerilere şaşırtıcı ölçüde fazla başvurmuş ve insanlığın bireysel bilinç ve özgürlüğe doğru gelişimine dair, yaşayan bir tarih kavramı ortaya koyarak, öğrencileriyle okuyucularına ilham verip çalışmalarını daha da ilerletmelerine ve mistisizmden özgürleşmelerine olanak tanımıştır. Felsefesinin materyalist eğilimini gösterebilmek adına bazı örneklerden bahsedeceğiz. Tarih Felsefesi’nin bir bölümünü tamamen evrensel tarihin coğrafi temellerine ayırmıştır. Bu bölümde -devleti yüceltmesine son derece ters düşecek biçimde- kendini şöyle ifade eder: “Ancak sınıf ayrılığı ortaya çıktıktan, zenginlik ve yoksulluk arasındaki ayrım iyice büyüdükten, büyük bir kalabalığın artık alıştığı biçimde ihtiyaçlarını gideremediği koşullar meydana geldikten sonra, gerçek bir devlet ve gerçek bir merkezi yönetim ortaya çıkar.” Ya da Yunan sömürgelerinin kuruluşuna dair açıklamasını ele alalım.
“Özellikle de Truva Savaşı’ndan Cyrus dönemine dek sömürgelerin kuruluşu, şu şekilde açıklanabilecek tuhaf bir olgudur: Farklı yerleşimlerde insanlar yönetim gücünü ele geçirmiş ve devlet işleyişinin son çare olduğuna karar vermişlerdir. Uzun bir barış sürecinin sonunda, nüfus ve gelişim düzeyinde büyük bir artış meydana gelmiş, böylece büyük zenginlikler ortaya çıkmış, her zaman olduğu gibi büyük bir yoksulluk ve sefaleti de beraberinde getirmiştir. O dönemde, bildiğimiz haliyle endüstri ortaya çıkmamıştır ve topraklar hızla tekelleşmiştir. Buna rağmen, her birey özgür bir vatandaş olduğunu hissettiği için, daha yoksul sınıfların bir kısmı sefalet çekecek kadar baskı altında kalmayı kabullenmemiştir. Bu yüzden tek çözüm sömürgeleşmek olmuştur.”
Şimdi de felsefi sistemi sadece, varlığın tamamlanmış gerçeklerinin bir sonucu ve yansıması olarak gören ve bu yüzden tüm ütopya tasvirlerini reddeden şu paragrafı ele alalım: “Ayrıca, felsefe her zaman, dünyanın nasıl olması gerektiğine dair fikir beyan edemeyecek kadar geç şekillenmiştir. Evrene dair bir fikir olarak, ancak gerçeklik oluşum sürecini tamamladıktan ve son halini aldıktan sonraki dönemde ortaya çıkar. Bu anlayışın ne öğrettiğinin tarih tarafından ispat edilmesi gereklidir, yani ideal aynı dünyayı yeniden şekillendirdiği, entelektüel bir alan olarak gerçekliğin cisminde kavranabildiği için, ancak gerçeklik tamamlandıktan sonra, gerçeğe göre ortaya çıkar. Felsefe, varoluşun üzerine kendi damgasını vurduğunda, söz konusu yaşam formu eskimiş olur ve bu damga onun yenilenmesini değil sadece fark edilmesini sağlar. Minerva’nın baykuşu ancak alacakaranlık çöktüğünde uçmaya başlar.” (Hukuk