>Baroness Emma Magdolna Rozália Mária Jozefa Borbála “Emmuska” Orczy de Orci (23 Eylül 1865 – 12 Kasım 1947), İngiliz-Macar romancı ve oyun yazarıdır. Macaristan’da doğan Emma Orczy, 14 yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte Londra’ya taşınır. Burada genç illüstratör Montague MacLean Barstow ile tanışır ve 1894 yılında evlenirler. 1899’da çocukları dünyaya geldikten hemen sonra roman çalışmalarına başlar. İlk denemesi başarısızlıkla sonuçlanır ancak sonrasında yazdığı hikâye ve romanlar başarılı olur.
1903 yılında, İngiliz aristokrat Sör Percy Blakeney’nin Fransız aristokratları giyotinden kurtarmasını anlatan bir tiyatro oyunu yazar. Daha sonra bu oyunu romanlaştırır ve 12 farklı yayıncıya gönderir. Yayıncılardan cevap beklerken oyunu sahnelemeye başlarlar. Londra’da 4 yıl boyunca 2000’den fazla kez sahnelenen oyun İngiltere’nin en popüler oyunlarından olur. Farklı dillere de çevrilir ve pek çok ülkede sahnelenir. Oyunun bu başarısı romanı da olumlu yönde etkiler.
“Kimliğini gizleyen kahraman”ların bilinen ilk örneği olan Scarlet Pimpernel, aynı zamanda kendisinden sonra gelecek süper kahramanların temel özelliklerini de biçimlendirmiştir: Kılık değiştirme, kendisiyle özdeşleşmiş bir silah taşıma, kalıpların dışında düşünebilme, rakiplerini kurnazlığıyla alt etme, olay yerinde imzasını bırakma…
İlk kitabın başarısının ardından Sir Percy Blakeney ve arkadaşlarının maceralarını yazmaya devam eden Emma Orczy hayatının son yıllarını Monte Carlo’da geçirir. 1947’de ölen yazar, yaşamına 50’den fazla roman, 5 tiyatro oyunu, 4 kitap çevirisi, 9 hikâye kitabı sığdırmıştır.
Birinci Bölüm
Eylül 1792, Paris
Tepeden tırnağa zalim yaratıklardan oluştuğu için yalnızca “sözde insanlar” diyebileceğimiz; kaynayan, çağlayan ve homurdanan halk kalabalığı, intikam ve nefret arzusu gibi aşağılık tutkularla hareket ediyordu. Vakit, günbatımından hemen öncesiydi. Yer, gururlu bir tiranın on yıl sonra, ulusunun şerefi ve kendi kibri adına unutulmayacak bir abide yükselteceği Batı Barikatı’ydı.
Giyotin, günün büyük bir kısmını o korkunç işini yaparak geçiriyordu. Tüm Fransa, geçmiş yüzyıllarda yaşamış antik isimler ve asil insanlarla övünüyor, özgürlük ve birlik adına üstlerine düşeni yaptıkları ve diyetlerini ödediklerinden bahsediyordu. Kıyımlar yalnızca günün bu geç saatlerinde, gece için barikatların son kez kapanışından hemen önce azalıyordu; çünkü insanların şahit olacakları daha ilginç manzaralar vardı.
Kalabalık, bu ilginç ve keyif verici manzarayı izlemek için Grève Meydanı‘ndan koşa koşa ayrılıp çeşitli barikatlara akın ediyordu.
Bu manzara her gün görülebilirdi, çünkü bu aristokratlar pek aptaldı doğrusu! Fransa’ya şan getiren Haçlı Seferleri’nden beri, büyük insanların kanından gelen erkekler, kadınlar ve çocuklar, yani tüm eski SOYLULAR, halka ihanet etmişlerdi. Bu soyluların ataları halka zulmetmiş, süslü zarif ayakkabılarıyla onları ezmişlerdi. Şimdi ise Fransa’da egemenlik halkın eline geçmiş, halk da önceki efendilerini ezmeye başlamıştı; fakat bunu topuklarıyla yapmadılar, çünkü o günlerde çoğunlukla ayakkabısız geziyorlardı. Halk, ayakkabı yerine daha etkili bir ağırlık kullandı: Giyotinin bıçağı.
Böylece korkunç işkence aracı; yaşlı erkek, genç kadın ve küçük çocuk demeden her gün, her saat kurbanlarının canını almaya devam etti, ta ki en nihayetinde Kral’ın ve güzel genç Kraliçe’nin canını isteyene dek.
Fakat böyle olması gerekiyordu, çünkü Fransa’nın egemenliği artık halkın eline geçmişti, değil mi? Her aristokrat, tıpkı ataları gibi haindi. İki yüz yıl boyunca halk, açgözlü sarayın müsrif savurganlığını doyurmak için terlemiş, didinmiş ve aç kalmıştı. Şimdi ise o sarayları muhteşem hale getirmek isteyenlerin torunları, halkın geç gelen intikamından kaçınmak istiyorlarsa canlarını kurtarmak için saklanmak ya da kaçmak zorundaydılar.
Öyle de yaptılar, saklanmaya ve kaçmaya çalıştılar, zaten olayın tüm eğlencesi de buydu. Her öğleden sonra, kapılar kapanmadan ve pazar arabaları çeşitli barikat sıralarına katılmadan önce aptal bir aristokrat, Kamu Selameti Komitesi’nin pençelerinden kendini kurtarmaya çalışırdı. Çeşitli kılıklara bürünüp çeşitli mazeretlerle cumhuriyetin askerleri tarafından çok iyi korunan bariyerleri aşmayı denerlerdi. Kadın kıyafetleri giymiş erkekler, erkek kıyafetleri giymiş kadınlar, dilenci paçavraları giydirilmiş çocuklar… Her türden insan vardı; Fransa’dan kaçıp İngiltere’ye ya da aynı ölçüde uğursuz başka bir ülkeye ulaşmak isteyen ESKİ kontlar, markiler, hatta dükler. Buralara varıp şanlı devrime karşıt duygular uyandırmaya ya da bir zamanlar Fransa’nın egemenleri olsalar da şimdi acınası duruma düşen tutsakları özgürleştirme amacıyla bir ordu toplamaya çalışıyorlardı.
Ne var ki neredeyse her seferinde barikatlarda yakalanıyorlardı. Batı Kapısı’ndaki Çavuş Bibot’nun en kusursuz şekilde kılık değiştiren aristokratların bile kokusunu alan muhteşem bir burnu vardı sanki. Sonrasında ise tabii ki eğlence başlıyordu. Bibot, avına tıpkı bir kedinin fareye baktığı gibi bakıyor, onunla oynuyordu. Bazen neredeyse on beş dakika boyunca eski markinin ya da kontun kimliğini gizleme amacıyla kullandığı peruğa ya da eğreti makyaja aldanmış numarası yapıyordu.
Ah! Bibot’nun oldukça sert bir mizah anlayışı vardı. Bu yüzden Batı Barikatı civarlarında bulunmak ve Bibot’nun halkın intikamından kaçmayı deneyen bir aristokratı yakalayışını izlemek her şeye değerdi.
Bazen Bibot, avının kapılardan gerçekten çıkmasına göz yumar, iki dakikalık bir süre boyunca adamın hakikaten Paris’ten kaçtığını, hatta güvenle İngiltere kıyılarına ulaşabileceğini düşünmesine izin verirdi. Fakat sonra, henüz on metre bile uzaklaşamamış olan talihsiz sefilin arkasından iki adam gönderir ve onu geri getirtir, sonra da gerçek kılığını ortaya çıkarırdı.
Ah! Bu gerçekten de komik bir görüntüydü, çünkü çoğu zaman kaçak adam aslında bir kadın, hatta kibirli bir markiz çıkardı. Kendisini Bibot’nun pençelerinde bulduğunda son derece gülünç görünürdü. Ertesi gün duruşmasız bir yargılamanın onu beklediğini, bu yargılamadan sonra ise Madam Giyotin’in sevgi dolu kollarına gideceğini bilirdi.
Eylül ayının o hoş akşamında, kalabalığın Bibot’nun kapısında büyük bir istek ve heyecanla beklemesine şaşmamalı. Kan hırsı tatmin olma beklentisiyle büyüyordu, ancak doygunluk denen şeyden eser yoktu. Kalabalık, o gün giyotinin yüz asil başı aldığını görmüştü ve ertesi gün yine yüz asil başın düşeceğini görmek istiyordu.
Bibot, ters çevrilmiş boş bir fıçının üstünde, barikat kapısına yakın bir yerde oturuyordu; emrinde vatandaşlardan oluşan askerlerden küçük bir müfreze vardı. İşler son günlerde iyice kızışmıştı. O uğursuz aristokratlar iyiden iyiye korkmaya başlamışlardı. Paris’ten kaçmak için her yolu deniyorlardı. Eski çağlardan beri ataları, o hain Bourbon Hanedanı’na hizmet eden erkekler, kadınlar ve çocukların hepsi haindi ve giyotinin açlığını doyurmak için uygun besinlerdi. Bibot her gün, kaçak kralcıların gerçek kimliklerini ortaya çıkarma ve onları mahkeme için Kamu Selameti Komitesi’ne gönderme zevkine ulaşıyordu. Bu heyetin başında gerçek bir vatansever olan yurttaş Fouquier-Tinville oturuyordu.
Hem Robespierre hem Danton, Bibot’yu gayreti için takdir etmişlerdi. Bibot, en az elli aristokratı giyotine gönderdiği için kendisiyle gurur duyuyordu.
Ancak o gün, barikat başındaki tüm çavuşlara özel emirler gitmişti. Çünkü son zamanlarda birçok aristokrat, Fransa’dan kaçıp İngiltere’ye sorunsuzca varmayı başarmıştı. Bu kaçışlar hakkında tuhaf dedikodular vardı, çok sık yaşanmaya ve cüretkâr bir hale gelmeye başlamıştı. İnsanların zihinlerini garip bir heyecan kaplıyordu. Hatta Çavuş Grospierre, bir aristokrat ailesinin tamamının burnunun dibindeki Kuzey Kapısı’ndan kaçmasına engel olamadığı için giyotine yollanmıştı.
Bu kaçışların bir grup İngiliz tarafından planlandığı ileri sürüldü. Görünen o ki bu adamların cesaretinin eşi benzeri yoktu; kendilerini ilgilendirmeyen meselelere burunlarını sokmaktan sakınmıyorlar ve boş zamanlarını Madam Giyotin’e gönderilecek kurbanları kaçırarak geçiriyorlardı. Dedikodular çok geçmeden çığ gibi büyüdü. Bu işgüzar İngiliz grubun varlığına dair artık hiçbir şüphe yoktu. Üstelik görünüşe göre varlıklarını,