çıkmayacağını biliyordu.
“Bir araba,” diye bağırdı soluk soluğa, daha kapılara varmamıştı bile.
“Ne arabası?” diye sordu Bibot kabaca.
“Yaşlı bir kadın tarafından sürülen üstü örtülü bir araba…”
“Bir sürü öyle araba vardı.”
“Torununun vebaya yakalandığını söyleyen yaşlı bir kadın var mıydı?”
“Evet…”
“Gitmelerine izin vermedin, değil mi?”
“Eyvahlar olsun!” dedi Bibot, al yanakları korkudan bembeyaz kesilmişti.
“O arabada eski Tourney Kontesi ve iki çocuğu vardı, hepsi haindi ve öldürüleceklerdi.”
“Peki ya sürücü kimdi?” diye mırıldandı Bibot, o sırada tüyleri ürperdi.
“Sacré tonnerre4!” diye bağırdı Yüzbaşı, “Sürücünün de o lanet İngiliz, Scarlet Pimpernel’in ta kendisi olmasından korkuyoruz.”
İkinci Bölüm
Balıkçı Misafirhanesi, Dover
Sally, mutfaktaki işiyle meşguldü. Sos ve kızartma tavaları devasa ocağın üstünde yığınlar halinde duruyordu, köşede kocaman bir et suyu kazanı vardı, çevirme kancası yavaşça döndürülüyor ve sığır bonfilesinin her tarafı yavaş yavaş nar gibi kızarıyordu. Pamuklu elbiselerinin kollarını kemikli dirseklerinin üzerine kadar kıvırmış iki küçük mutfak hizmetçisi, büyük bir telaşla etrafta koşuşturuyordu. Yardım etmek için heveslilerdi, ancak Bayan Sally bir saniye için arkasını dönse hemen kendi aralarında şakalar yapıp kıkırdıyorlardı. Yaşlı Jemima da oradaydı, vurdumduymaz bir mizacı ve yapılı bir vücudu vardı, ateşin üstündeki et suyu kazanını özenle karıştırırken bir yandan da sessiz sessiz homurdanıyordu.
“Heeeeeey! Sally!” diye bir ses duyuldu yandaki taverna salonundan, şairane bir ağızdan çıkmasa da neşeli bir cümleydi.
“Tanrım, sen yardım et!” diye haykırdı Sally neşeyle gülerek. “Kim bilir yine ne istiyorlar!”
“Tabii ki bira,” diye homurdandı Jemima, “Jimmy Pitkin’in bir bardakla yetinmesini beklemiyorsun herhalde.”
“Bay Harry acayip susamış gözüküyor,” deyip sırıttı küçük mutfak hizmetçilerinden biri olan Martha; boncuk gibi gözleri, arkadaşınınkilerle buluşunca âdeta ışıldadı. Bunun üzerine ikisi de kıkırdamaya başladı, ama gülüşlerini kısa tutmaya çalıştılar.
Sally bir anlığına sinirlendi, ellerini yavaş yavaş biçimli kalçalarına sildi, avuç içleri Martha’nın al yanaklarıyla buluşmak için can atıyordu. Neyse ki iyi kalpliliği galip geldi, ufak bir somurtma ve omuz silkmeyle dikkatini tekrar patates kızartmalarına çevirdi.
“Alooo! Sally! Hey, Sally!”
O sırada kalaylı bira kupaları hep birlikte, sabırsız eller tarafından tavernanın meşe masalarına vurulmaya başladı. Bu gürültüye taverna sahibinin balıketli kızına olan haykırmalar eşlik ediyordu.
“Sally!” diye bağırdı ısrarcı bir ses, “Tüm gece senin bira getirmeni mi bekleyeceğiz?”
“Biraları babam götüremez herhalde,” diye söylendi Sally. Jemima hiçbir şey söylemedi ve umursamaz bir tavırla gidip raftan üstleri köpükle kaplı testilerden birkaçını kaptı. Sonra kalaylı bira kupalarını, Kral Charles döneminden beri övgüyle bahsedilen “Balıkçı Misafirhanesi”nin ev yapımı birasıyla doldurdu. “Oysa burada ne kadar meşgul olduğumuzu biliyor,” dedi Sally.
“Baban, seni ve mutfağı düşünmek yerine, Bay Hempseed’le politika tartışmakla meşgul,” diye homurdandı Jemima.
Sally, mutfağın köşesinde asılı küçük aynanın önüne gidip aceleyle saçlarını düzeltti ve fırfırlı şapkasını koyu renkli buklelerinin üzerine gelecek şekilde oturttu. Sonra güçlü ve esmer iki eliyle, üçer bira bardağını saplarından tuttu; gülerek, huysuzlanarak ve zaman zaman da utanarak biraları tavernaya taşıdı.
Tavernada, hemen yandaki hararetli mutfakta dört hanımı meşgul ve heyecanlı tutan meşgaleden ya da telaştan hiç eser yoktu.
“Balıkçı Misafirhanesi” şimdilerde bir gösteri mekânı. 1792 yılında ise yüz yıl sonra kazanacağı ünü, rağbeti ve önemi henüz kazanmamıştı. Yine de o zamanlarda bile eski bir yerdi, meşeden yapılma kirişler ve kalaslar geçen zaman içinde çoktan kararmıştı bile. Yüksek sırt dayama kısımlarıyla tablalı oturaklar da aynı durumdaydı, aradaki cilalanmış uzun masaların üstü ise bira bardaklarının bıraktığı irili ufaklı sayısız izle doluydu. Vitray pencerelerin önünde, meşenin kasvetli rengine karşılık canlı tonlarıyla kızıl sardunyalar ve mavi hezarenler sıra sıra saksılara konmuştu.
Dover’daki “Balıkçı Misafirhanesi”nin sahibi Bay Jellyband zengin bir adamdı, bunu en dikkatsiz kişi bile fark edebilirdi. Parlatılmış güzel ve eski şifonyerler olsun, büyük ocağın üzerinde tıpkı bir altın ya da gümüş gibi ışıldayan pirinç işleme olsun, kırmızı kiremitlerle döşenmiş zeminin pencere pervazındaki kızıl sardunya kadar güzel görünüşü olsun, hepsi bir dolu iyi hizmetçisinin olduğunu gösteriyordu. Bir tavernayı güzelliğin ve düzenin yüksek standartlarına ulaştırmak için gerekli talimatlar ve gelenekler o zaman da aynıydı.
Sally, çatık kaşlarına rağmen gülümseyip göz kamaştıran beyaz dişlerini göstererek gelirken haykırışlar ve alkış tufanıyla karşılandı.
“Aha, işte geldi! Muhteşemsin Sally! Çok yaşa güzel Sally!”
“Sağır olduğunu düşündük,” diye söylendi Jimmy Pitkin, elinin tersiyle kupkuru dudaklarını siliyordu.
“Tamam, tamam,” diye güldü Sally, bu esnada yeni doldurulmuş bardakları masalara bırakıyordu. “Bu ne acele böyle! Sanki büyükannen ölüm döşeğindeymiş, sen de zavallı ruhunun bir an önce bedeninden ayrılmasını istiyormuşsun gibi! Böyle telaş görmemiştim,” dedi. Sally’nin bu şakası büyük bir kahkahayla karşılandı ve sonrasında oradakilere şaka yapmaları için zemin oluşturdu. Sally, tavalarına ve kazanlarına geri dönmek için artık daha az acele ediyor gibi görünüyordu. Jimmy Pitkin’in uydurma büyükannesiyle ilgili bir dolu şaka ağızdan ağza dolaşıp keskin ve ağır tütün dumanıyla karışırken Sally’nin dikkati daha çok açık kıvırcık saçlı, parlak mavi gözlü ve hevesli genç bir adama yönelmişti.
Tavernanın sahibi saygıdeğer Bay Jellyband, yüzü şömineye dönük bir halde oturmuş, bacaklarını genişçe açmış, ağzında uzun bir boruyu andıran piposuyla duruyordu. Tıpkı babası, büyükbabası ve büyük büyükbabası gibi “Balıkçı Misafirhanesi”nin sahibi oydu. Heybetli yapısı, güler yüzlü çehresi ve biraz kel kafasıyla Bay Jellyband gerçekten de o günlerin tipik kasabalı John Bull’u5 gibiydi. O günlerde biz adalıların önyargılı tavırları doruk noktasındaydı; çünkü ister efendi, ister çiftçi ya da köylü olsun, bir İngiliz için tüm Avrupa kıtası ahlaksızlık mağarası, dünyanın geri kalanı ise barbarların ve yamyamların atıl topraklarıydı.
Tavernanın şerefli sahibi, oracıkta öylece dimdik durmuş uzun saplı piposunu tüttürüyordu. Yurtiçindeki kimse umurunda değildi, yurtdışındaki herkesten ise nefret ediyordu. Parlak pirinç düğmelerle bezeli her zamanki kırmızı yeleğini, fitilli kadifeden pantolonunu, gri yünden çoraplarını ve tokalı şık ayakkabılarını giymişti; gerçi o günlerde