için gitmişler ve pipolarını başka bir yerde tüttürmeye karar vermişlerdi. Yalnızca iki yabancı kalmıştı, sessizce ve umursamazca domino oynuyor, şaraplarını içiyorlardı. Başka bir masada da tepesi çabuk atan Harry Waite vardı, masayla ilgilenen güzel Sally’yi izliyordu.
Sally, İngiliz kırsal hayatının çok zarif bir resmini sunuyordu, bu yüzden şıpsevdi genç Fransız’ın gözlerini Sally’nin güzel yüzünden ayıramaması şaşırtıcı değildi. Tourney Vikontu, on dokuz yaşına daha yeni girmiş sakalsız bir gençti; ülkesinde cereyan eden korkunç trajediler onu pek de etkilemiş gibi görünmüyordu. Şık hatta züppece giyinmişti, İngiltere’ye sağ salim vardıklarında ise devrimin dehşetini, İngiliz hayatının zevkleri içinde unutmaya çoktan hazır gibiydi.
“İngilteğe buysa,” dedi memnuniyet ve arzuyla Sally’ye bakarken, “çok sevdim.”
Bu noktada Bay Harry Waite’in, sıktığı dişleri arasından tehditkâr bir sesle konuya dahil olmaması imkânsızdı. Yalnızca “asalet”e olan saygısı ve Efendi Antony’ye olan büyük hürmeti sebebiyle, genç yabancıya dair hoşnutsuzluğunu kontrol altında tuttu.
“Hayır, burası İNGİLTERE, seni meczup,” diye gülerek araya girdi Efendi Antony, “ayrıca yalvarıyorum, gevşek yabancı davranışlarını bu çok ahlaklı ülkeye getirme.”
Efendi Antony masanın başına çoktan oturmuştu, sağında da Kontes vardı. Jellyband koşuşturuyor, bardakları dolduruyor, sandalyeleri düzeltiyordu. Sally, çorbaları servis etmek için hazır halde bekledi. Bay Harry Waite’in arkadaşları en sonunda gelip onu tavernadan çıkardılar, zira Vikont’un Sally’ye olan bariz hayranlığını gördükçe tepesi atıyor ve daha hırçın bir hal alıyordu.
“Suzanne,” dedi sert mizaçlı Kontes, şiddetli ve etkili bir vurguyla.
Suzanne tekrar kızardı. Ateşin yanındayken zaman ve mekân kavramını unutmuş bir halde, yakışıklı genç İngiliz adamın gözlerini güzel yüzüne dikmesine ve sanki bilinçsizce elini kendi elinin üstüne koymasına izin vermişti. Annesinin sesi onu tekrar gerçekliğe döndürdü, uysalca “Hemen, annecim,” diyerek yemek masasındaki yerini aldı.
Dördüncü Bölüm
Scarlet Pimpernel ve Birliği
Masanın etrafına dizildiklerinde hepsi neşeli ve mutlu görünüyordu. Bir yanda kendilerine has yakışıklılıklarıyla asil ve soylu Sör Andrew Ffoulkes ile Efendi Antony Dewhurst, diğer yanda ise korkunç tehlikelerden kaçıp nihayetinde İngiltere kıyılarında güvende hisseden aristokrat Fransız Kontes ve iki çocuğu.
Görünüşe göre köşedeki iki yabancı oyunlarını bitirmişti. Biri ayağa kalktı, masada güleryüzüyle oturan dostuna sırtını dönüp büyük bir özenle üç pelerinli geniş paltosunu düzeltti. Bunu yaparken hızla etraftakilere bir göz attı. Herkes gülmekle ve sohbet etmekle meşguldü, bunun üzerine “Güvenli!” diye mırıldandı. Sonra arkadaşı, uzun çalışmalar sonucu elde edilebilecek bir dakiklikle, göz açıp kapayıncaya kadar dizlerinin üstüne çöküp meşeden yapılma uzun oturağın altına doğru sessizce süründü. Yabancı, yüksek bir sesle “İyi geceler,” deyip yavaş yavaş tavernadan dışarı çıktı.
Yemek masasındaki hiç kimse, bu tuhaf ve sessiz manevrayı fark etmemişti. Yabancı adam en sonunda dışarı çıkıp taverna kapısını kapattığında ise hiç düşünmeden büyük bir rahatlamayla iç çektiler.
“Nihayet yalnız kalabildik!” dedi Efendi Antony, güleç bir yüzle.
Genç Tournay Vikontu ayağa kalktı, elinde bir bardak vardı. Döneme has bir nezaketle bardağı iyice yukarı kaldırdı ve bozuk bir dille şu minvalde bir şeyler söyledi:
“Majesteleri İngiltere Kralı III. George’a! Fransa’dan sürülmüş zavallı bizlere gösterdiği misafirperverlik için Tanrı onu kutsasın.”
“Majesteleri Kral’a!” diye tekrar etti Efendi Antony ve Sör Andrew, sadakatle kadeh kaldırırken.
“Majesteleri Fransa Kralı Louis’ye!” diye ekledi Sör Andrew, büyük bir ciddiyetle. “Tanrı onu korusun ve düşmanlarına karşı galip kılsın.”
Herkes sessizce kadeh kaldırdı. O sıralarda kendi halkının esiri olan Fransa Kralı’nın talihsiz kaderi, Bay Jellyband’in güleç çehresini bile hüzne boğmuş gibi görünüyordu.
“Ayrıca çok değerli mösyö, Tournay de Basserive Kontu’na!” diye ekledi neşeyle Efendi Antony. “Umarım çok geçmeden onu da İngiltere’de ağırlayabiliriz.”
“Ah mösyö,” dedi Kontes, hafif titrek eliyle bardağını dudaklarına götürürken. “Bunun için ümitlenmeye cüret edemiyorum.”
Efendi Antony’ye çorba servis edildikten birkaç dakika sonra tüm muhabbet sona erdi, bu sırada Jellyband ve Sally herkesin yemeğe başlayabilmesi için tabakları uzatıyorlardı.
“İnanın, madam!” dedi Efendi Antony kısa bir süre sonra, “Benimki beyhude bir kadeh kaldırma değildi. Kendinizin, Matmazel Suzanne’in ve dostum Vikont’un güvenle İngiltere’ye vardığını gördüğünüze göre, eminim ki Kont’un kaderi için daha umutlu hissediyorsunuzdur.”
“Ah, mösyö,” diye cevap verdi Kontes, büyük bir iç çekti. “Tanrıya güveniyorum, umutlanmak ve dua etmekten başka yapabileceğim bir şey yok.”
“Evet, madam!” diye araya girdi Sör Andrew Ffoulkes, “Tanrıya sonuna dek güvenin, ancak tıpkı bugün sizi getirdikleri gibi Kont’u da Kanal’dan güvenle geçirecek bu İngiliz dostlarınıza da azıcık güvenin.”
“Tabii ki, tabii ki mösyö,” diye cevap verdi kadın. “Size ve arkadaşlarınıza güvenim sonsuz. Emin olun, şanınız tüm Fransa’ya yayılmış durumda. Bazı dostlarımın o korkunç devrimci mahkemelerin pençesinden kaçış şekli âdeta bir mucizeydi ve tüm bunlar siz ve arkadaşlarınız sayesinde gerçekleşti.”
“Biz yalnızca işi yapan elleriz, Madam Kontes.”
“Fakat eşime gelince mösyö,” dedi Kontes, dökülmemiş gözyaşları sanki sesini perdeliyordu, “o öyle bir tehlikenin içinde ki… Çocuklarım olmasa… Onu asla yalnız bırakmazdım. Ona ve çocuklarıma karşı olan sorumluluğum arasında paramparça oldum. Zira çocuklarım, bensiz gelmeyi reddettiler. Siz ve arkadaşlarınız da büyük bir ciddiyetle, kocamın güvende olacağını temin ettiniz. Ancak… Ah! İşte şimdi buradayım. Güzel ve özgür İngiltere’de sizlerle beraberken onu düşünüyorum, canını kurtarmaya çalışıyor, zavallı bir yaratıkmışçasına kovalanıyor… Ne büyük bir dert içinde… Ah! Onu bırakmamalıydım. Onu bırakmamalıydım!”
Zavallı kadın tamamen çökmüştü; bitkinlik, keder ve hisleri, sert mizaçlı aristokrat tabiatına karşı galip gelmişti. Kendi kendine sessizce ağlıyordu. Suzanne hemen ona doğru koşup öpücükleriyle gözyaşlarını dindirmeyi denedi.
Efendi Antony ve Sör Andrew, Kontes konuşurken onu bölmemek için hiçbir şey söylemediler. Onun adına üzüldüklerine şüphe yoktu, sessizlikleri bunun doğrudan kanıtıydı. Çünkü İngiltere, İngiltere olduğundan beri, İngilizler her zaman kendi duyguları ve başkalarına olan şefkatleri sebebiyle mahcup hissediyorlardı. Bu yüzden iki genç adam hiçbir şey söylemediler ve duygularını gizlemek için ellerinden geleni yaptılar, süklüm püklüm olmuşlardı.
“Bana sorarsanız, mösyö,” dedi Suzanne aniden, gür kahverengi bukleleri arasından Sör Andrew’a doğru bakıyordu. “Size sonuna kadar güveniyorum ve tıpkı bugün bizi getirdiğiniz gibi, çok sevgili babamı da sağ salim bir şekilde İngiltere’ye ulaştıracağınızı biliyorum.”
Bu