Bir an önce gitmeli, çocuklarımla birlikte ayaklarına kapanıp bizlere yaptığı iyilikler için ona teşekkür etmeliyim.”
“Maalesef madam!” dedi Efendi Antony. “Bu imkânsız.”
“İmkânsız mı? Neden?”
“Çünkü Scarlet Pimpernel kendini göstermeden çalışır ve kimliği yalnızca, çok ciddi bir gizlilik yemini etmiş yakın takipçileri tarafından bilinir.”
“Scarlet Pimpernel mi?” dedi Suzanne, şen şakrak bir kahkahayla. “Fakat niye? Ne kadar da gülünç bir isim! Scarlet Pimpernel nedir mösyö?”
Çok büyük bir merakla Sör Andrew’a baktı. Genç adamın yüzü neredeyse şekil değiştirdi. Gözleri coşkunlukla parlıyordu; liderine olan bağlılığı, sevgisi ve hayranlığı âdeta yüzünden okunuyordu. “Matmazel, Scarlet Pimpernel,” dedi en sonunda, “İngiltere’de sıradan bir yol kenarı çiçeğidir. Gelgelelim aynı zamanda tüm dünyadaki en iyi ve en cesur adamın kimliğini gizlemek için seçtiği isimdir; böylece o adam, üstlendiği asil görevi tamamlama konusunda daha başarılı olabilir.”
“Ah, tabii,” diye araya girdi genç Vikont, “bu Scarlet Pimpernel’i duymuştum. Küçük, kırmızı bir çiçek değil mi? Evet! Diyorlar ki, Paris’te ne zaman bir kralcı İngiltere’ye kaçmayı başarsa o şeytan savcı Foucquier-Tinville, üstünde bu küçük çiçeğin olduğu bir kâğıt alıyormuş. Doğru mu bu?”
“Evet, bu doğru,” diye onayladı Efendi Antony.
“Öyleyse bugün de öyle bir kâğıt almıştır.”
“Tabii ki.”
“Ah! Kim bilir neler söyledi!” dedi Suzanne neşeyle. “Duydum ki onu korkutan tek şey, o küçük kızıl çiçeğin resmiymiş.”
“Bana inanın, o kızıl çiçeğin şeklini incelemek için eline daha bir sürü fırsat geçecek,” dedi Sör Andrew.
“Ah mösyö,” diye iç çekti Kontes. “Tüm bunlar, kulağa bir macera hikâyesi gibi geliyor, hiç anlayamıyorum.”
“Neden sorguluyorsunuz ki madam?”
“Tamam da bana şunu söyleyin, neden lideriniz ve siz, hiç tanımadığınız Fransız erkekler ve kadınlar için paralarınızı harcıyor, hayatlarınızı riske atıyorsunuz? Fransa’ya ayak bastığınız andan itibaren hayatınız tehlikeye giriyor.”
“Macera, Kontes, macera,” diye araya girdi Efendi Antony tüm güler yüzüyle, yüksek ve hoş sesiyle. “Biz macerayı seven bir ulusuz, biliyorsunuz. Şimdilerde ise moda, tazının dişleri arasından tavşanı kurtarmak oldu.”
“Ah hayır, hayır. Yalnızca macera değil mösyö. Eminim ki yaptığınız iyi işler için daha asil bir sebebiniz vardır.”
“Peki madam, madem siz öyle görüyorsunuz. Ancak bana gelince, ant olsun ki ben bu oyunu seviyorum, çünkü şu âna dek karşılaştığım en heyecanlı oyun bu. Kıl payı kaçışlar, deveye hendek atlatmalar mı var! Öyleyse biz de varız!”
Kontes yine de inanmayarak kafasını salladı. Ona göre muhtemelen asil, genç ve zengin tüm bu adamlarla büyük liderlerinin, hayati riskler içeren bu işe yalnızca macera için girişmeleri inandırıcı değildi. Fransa’ya adım attıkları an, milliyetleri onlar için bir teminat olmayacaktı. Milliyeti ne olursa olsun, kralcı olduğu düşünülen kişilere kucak açarken ya da yardım ederken yakalanan kişiler acımasız hükümler giyecek ve hızla idam edileceklerdi. Kadın biliyordu ki bu genç İngilizler, Devrim’in kan isteyen acımasız mahkemesine tam da Paris’in duvarları içinde meydan okuyor, hüküm giymiş kurbanları neredeyse giyotinin hemen dibinden kaçırmayı başarıyordu. Bir ürpertiyle son birkaç günün olaylarını hatırladı; iki çocuğuyla birlikte Paris’ten kaçmalarını, üçünün de titrek bir yük arabasının örtüsünün altında saklanmalarını, turp ve lahana yığınlarının ortasında uzanmalarını, Batı Barikatı’ndaki çeteler “À la lanterne les aristos!6” diye ulurken nefes almaya dahi korktuklarını…
Bütün bunlar bir mucizeyi andırıyordu. O ve kocası, “şüpheli kişiler” listesine girmenin günler ya da (hatta belki de) saatler geçmeden mahkeme ve ölümle sonuçlanacağını biliyordu.
Sonra kurtuluş umudu doğdu. Kızıl işaretle damgalanmış gizemli mektup, açık ve mutlak emirler, zavallı kadının Tourney Kontu’ndan ayrılışı ve kalbinin iki arada bir derede kalması, tekrar birlikte olma umudu, iki çocuğuyla kaçışı, üstü örtülü yük arabası, arabanın başında ise kırbacının sapındaki mide bulandırıcı süslemeleriyle kötü bir şeytanı andıran korkunç yaşlı kadın!
Kontes, gözlerini eski moda İngiliz hanında gezdirdi. Bu toprakların medeni ve dini özgürlüğünün huzuru içinde gözlerini kapatarak Batı Barikatı’nın akıldan çıkmayan görüntüsünü ve yaşlı kadın vebadan bahsedince panik içinde geri çekilen devrim çetesini unutmaya çalıştı.
Arabada olduğu her an yakalanma ve tutuklanma endişesi içindeydi, çocuklarıyla birlikte mahkemeye çıkarılıp hüküm giyeceğinden korkuyordu. Oysa cesur ve gizemli liderlerinin rehberliği altındaki bu genç İngilizler, tıpkı daha önce yüzlerce masum insanı kurtardıkları gibi, onları da kurtarmak için yaşamlarını riske atıyorlardı.
Üstelik bütün bunları macera heveslerinden dolayı mı yapıyorlardı? Bu imkânsızdı! Sör Andrew’un gözleri, dostlarını korkunç ve istenmeyen bir ölümden, kendisinin düşündüğünden daha büyük ve daha asil bir sebeple kurtardığını söylüyordu sanki.
“Peki bu cesur birliğinizde kaç kişi var, mösyö?” diye sordu çekinerek.
“Tastamam yirmi kişi matmazel,” diye cevap verdi. “Bir kişi emrediyor, on dokuz kişi emirlere uyuyor. Hepimiz İngiliziz ve hepimiz aynı amaç için ant içtik: Liderimizin emirlerine uymak ve masum insanları kurtarmak.”
“Tanrı hepinizi korusun, mösyöler,” dedi Kontes büyük bir coşkuyla.
“Şu âna dek korudu, madam.”
“Bu muhteşem bir şey, muhteşem! Hepinizin bu kadar cesur ve dostlarına bağlı olması muhteşem! Oysaki İngilizsiniz! Fransa’da ise özgürlük ve kardeşlik adı altında hainlik hüküm sürüyor.”
“Fransa’daki kadınlar, biz aristokratlara karşı erkeklerden bile daha acımasız,” dedi Vikont, iç çekerek.
“Ah, bu doğru,” dedi Kontes. Mağrur bir tiksinti ve hüzünlü gözlerindeki yoğun acıyla birlikte, “Bir kadın vardı, Marguerite St. Just. St. Cyr Markisi’ni ve tüm ailesini o korkunç dehşet mahkemesine ihbar etmişti,” diye devam etti.
“Marguerite St. Just mü?” diye sordu Efendi Antony, hemen Sör Andrew’a doğru kısa ve kaygılı bir bakış attı.
“Marguerite St. Just mü? Emin misiniz…”
“Evet!” diye cevap verdi Kontes. “Eminim ki onu tanıyorsunuzdur. Comédie-Française’de baş aktristi, sonradan bir İngilizle evlendi. Tanıyor olmalısınız.”
“Tanımak mı?” dedi Efendi Antony. “Londra’nın en şık kadını, İngiltere’nin en zengin adamının eşi Leydi Blakeney’yi tanımak mı? Tabii ki, onu hepimiz tanıyoruz.”
“Paris’teki manastırda öğrenciydik,” diye araya girdi Suzanne, “hatta dilinizi öğrenmek için birlikte İngiltere’ye gelmiştik. Marguerite’i çok severdim, bu kadar fena bir şey yaptığına hâlâ inanamıyorum.”
“Gerçekten de akıl almaz bir şey,” dedi Sör Andrew. “Sahiden St. Cyr Markisi’ni ihbar ettiğini mi söylüyorsunuz? Böyle bir şeyi