halktan olan hancı ve kızı da. Hancı ve kızı, artık Sör Percy’nin eşi olduğundan İngiliz sayılan ve Galler Prensesi’nin çok yakın bir arkadaşı olan hanımefendilerine karşı yapılan bu “yabancı saygısızlığı”na tanık olunca dehşet içinde nefessiz kaldılar.
Efendi Antony ve Sör Andrew Ffoulkes’a gelince, bu gereksiz hakarete tanık olduktan sonra onların kalbi de âdeta yaşadıkları dehşetle durmuş gibi görünüyordu. Biri diğerini uyarmak için bir çağrıda bulundu ve her ikisi de hiç düşünmeden nahoş sözün duyulduğu kapıya doğru baktılar.
Marguerite Blakeney ve Tournay Kontesi, oradaki herkes arasında hareketsiz bir biçimde duruyor gibiydi. Sert, cüretkâr ve dik duran Kontes, bir eli hâlâ kızının kolunda, âdeta eğilmez onurunu vücuda dökmüştü. O an Marguerite’in tatlı yüzü, boynunu sarmalayan atkı kadar beyazladı; hatta iyi bir gözlemci, kurdeleli uzun bastonu tutan elinin kaskatı kesilip titrediğini görebilirdi.
Gelgelelim bu an çok kısa sürdü, sonrasında narin kaşları hafifçe yukarı kalktı, dudakları alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı, açık mavi gözleri doğrudan Kontes’e kilitlenmişti, hafif bir omuz silkmeyle:
“Bu ne kibir yurttaş,” dedi umursamazca, “derdin nedir, söyler misin?”
“Artık İngiltere’deyiz madam,” diye lafa girdi Kontes, soğuk bir tavırla, “bu yüzden kendi kızımın size arkadaşça yaklaşmasını yasaklama özgürlüğüne sahibim. Gel Suzanne.”
Eliyle kızını çağırdı, Marguerite Blakeney’ye hiç bakmadan, iki genç adama ciddi ve eski moda bir reverans yapıp odadan çıktı.
Odasına doğru yürüyen Kontes’in eteklerinin hışırtısı yavaş yavaş uzaklaşırken eski hanın salonunda kısa süreli bir sessizlik oldu. Mermerden yapılma bir heykel kadar sert duran Marguerite, dik duruşlu kadın kapı eşiğinde kaybolurken onu izledi. Ancak alçakgönüllü ve uysal küçük Suzanne’in annesinin peşinden gidişini izlerken Marguerite’in yüzündeki sert bakışlar aniden kayboldu, gözlerine hüzünlü hatta neredeyse acınası ve çocuksu bir bakış hâkim oldu.
Küçük Suzanne bu bakışları gördü. Çocuğun tatlı yüzü, kendinden azıcık büyük olan bu güzel kadına karşı sevgiyle doluydu. Evlatlara özgü itaatkârlık, kadınlara özgü sempati karşısında mağlup oldu. Kapıya varınca geri dönüp Marguerite’e koştu, onu kollarıyla sarmalayıp bol bol öptü. Bunu yaptıktan sonra annesini takip etti, Sally ise Leydi Blakeney’ye son bir selam verip arkalarından gitti.
Suzanne’in tatlı ve nezaket dolu hareketi, nahoş gerginliğin üzerine su döktü. Sör Andrew’un gözleri, neredeyse gözden kaybolana dek bu narin ve tatlı kızı takip etti, sonrasında ise gizli bir neşeyle birlikte Leydi Blakeney’nin gözleriyle buluştu.
Tüm nezaketiyle Marguerite, kadınlar kapıdan çıkarken elini öpüp onlara doğru salladı. Sonrasında yüzünde nükteli bir gülümseme belirdi.
“Demek böyle, değil mi?” dedi neşeyle. “Hayret bir şey! Sör Andrew, daha önce hiç bu kadar nahoş bir insanla karşılaşmış mıydınız? Umarım yaşlanınca böyle biri olmam.”
Eteklerini toplayıp asil adımlarla şömineye doğru ilerledi.
Kontes’in sesini taklit ederek “Suzanne, bu kadınla konuşmanı yasaklıyorum!” dedi.
Bu nüktenin ardından attığı kahkaha zorlama ve acı bir kahkahaydı, fakat ne Sör Andrew ne de Efendi Antony bunu fark edecek kadar iyi bir gözlemciydi. Taklit neredeyse kusursuzdu, sesin tonu öylesine doğruydu ki her iki adam da içten bir neşeyle “Bravo!” diye katıldılar.
“Ah! Leydi Blakeney!” diye ekledi Efendi Antony, “Comédie-Française’dekiler sizi kim bilir nasıl özlüyorlardır. Parisliler, sizi oradan aldığı için Sör Percy’den nefret ediyor olmalılar.”
“Tanrım,” diye lafa girdi Marguerite, narin omuzlarını silkerek, “Sör Percy’den herhangi bir şey için nefret etmek imkânsız. Zekice esprileri, Madam Kontes’i bile yatıştırabilir.”
Asil çıkışı sırasında annesini takip etmesi istenmeyen genç Vikont, olur da Leydi Blakeney Kontes’i yerme konusunda daha fazla ileri gider diye, öne atılıp annesini savunmaya hazırlandı. Tam karşı çıkacak bir şeyler söyleyecekti ki dışarıdan hoş fakat sersemce bir kahkaha duyuldu, sonrasında kapı eşiğinde, güzel giyinmiş aşırı uzun boylu biri belirdi.
Altıncı Bölüm
1792'nin Bir Güzelliği
Kayıtların bize söylediğine göre 1792 yılında Sör Percy Blakeney’nin otuzuncu yaşına hâlâ bir iki sene vardı. Bir İngilize göre bile uzundu, ortalamanın epey üstündeydi, geniş omuzları ve devasa bir cüssesi vardı. İnanılmaz yakışıklı olarak nitelendirilebilirdi, ancak koyu mavi gözlerinde hiç değişmeyen tembel bir ifade vardı, üstelik sürekli aptalca sırıtması da keskin çizgileri olan karakteristik ağzının şeklini bozuyor gibiydi.
İngiltere’nin en zengin adamlarından ve Galler Prensi’nin samimi arkadaşı olan, yüksek tabakanın önde gelen ismi Sör Baronet Percy Blakeney, yurtdışı gezilerinin birinden dönerken eve güzel, büyüleyici ve zeki bir Fransız eş getirerek Londra ve Bath’daki yüksek sosyeteyi hayrete düşürmüştü. Bu denli güzel bir kadını gözüne kestiren en uykucu, en sıkıcı, en “İngiliz” İngiliz olan o, kayıtların yazdığına göre birçok katılımcının bulunduğu yarışmada muhteşem evlilik ödülüne ulaşmıştı.
Marguerite St. Just, tam da şehir sınırları içinde dünyanın gördüğü en büyük sosyal değişimin yaşandığı sıralarda, Paris’in sanatsal çevrelerinde ilk çıkışını yapmıştı. Henüz on sekiz yaşındaydı, doğuştan büyük bir yeteneğe ve güzelliğe sahipti, başındaki tek insan genç ve fedakâr erkek kardeşiydi. Çok geçmeden Rue de Richelieu’deki hoş dairesinde muhteşem olduğu kadar seçkin bir kitle de toplamayı başaracaktı ki bu seçkinlik yalnızca nereden baktığınıza bağlıydı. Marguerite St. Just, hem ilke hem de kanaat olarak bir cumhuriyetçiydi, mottosu doğuştan eşitlikti. Şans eşitsizliği onun gözünde nahoş bir kazaydı, kabullendiği tek eşitsizlik ise yetenekle alakalıydı. “Para ve unvanlar kalıtsal olabilir, ancak akıl öyle değildir,” derdi. Bu yüzden büyüleyici salonu yalnızca özgünlüğe ve kültüre, dehaya ve zekâya, zeki erkeklere ve yetenekli kadınlara açılırdı. Buraya giriş, o dertli zamanlarda bile Paris çemberi içinde yer alan kültür dünyasında, sanatsal bir kariyerin mührü gibi görülüyordu.
Zeki insanlar, seçkin insanlar, hatta soylu insanlar bile Comédie-Française’de boy gösteren bu büyüleyici aktrisin etrafında daimi ve muhteşem bir maiyet oluşturmuşlardı. O ise cumhuriyetçi, devrimci, kana susamış Paris’te ve Avrupa’nın kültür dünyasında, arkasında çok ilgi çekici bir iz bırakan parlak bir kuyrukluyıldız gibi süzülüyordu.
Sonra beklenmedik bir şey oldu. Bazıları anlayışla gülümseyip bu duruma sanatçı tuhaflığı dedi; diğerleri ise bunu akıllıca bir karar olarak gördü, çünkü o sıralarda Paris’teki olaylar gitgide daha çalkantılı bir hale geliyor ve hızla gelişiyordu. Ancak yine de bu olayın gerçek sebebi bir bilmece ve gizem olarak kaldı. Her neyse, Margurite St. Just günün birinde Sör Percy Blakeney ile evlendi. Hem de birdenbire, arkadaşlarına herhangi bir haber bile vermeden… Hatta soirée de contrat8, dîner de fiançailles9 ya da şık bir Fransız düğününün diğer geleneklerini gerçekleştirmeden…
O aptal ve sıkıcı İngiliz’in, arkadaşlarının tümünün tabiriyle “Avrupa’daki en zeki kadın”ın etrafında şekillenen kültürel camiaya nasıl dahil olduğunu kimse tahmin edemedi.