şeklinde bir çiçekti ve çiçeğin adı İngiltere’de Scarlet Pimpernel1 olarak biliniyordu. Bu küstah notun ele geçmesinden birkaç saat sonra Kamu Selameti Komitesi’nin yurttaşları, birçok kralcıyla aristokratın kıyıya ulaştığını ve güvenli bir şekilde İngiltere’ye doğru yol aldıklarını duyardı.
Kapılardaki nöbetçilerin sayısı iki katına çıkarıldı, emir komuta zincirindeki çavuşlar ölümle tehdit edildi, üstelik bu arsız ve cüretkâr İngilizlerin yakalanması için büyük ödüller vaat edildi. Gizemli ve ulaşılmaz Scarlet Pimpernel’i yakalayacak kişinin beş bin frankla ödüllendirileceği duyuruldu.
Herkes, ödülü kazanan kişinin Bibot olacağını düşünüyordu. Bibot da insanların böyle düşünmesine göz yumdu. Böylece günden güne halk, onu izlemek ve belki de o gizemli İngiliz’in eşlik ettiği kaçak aristokratları yakaladığında orada olmak için Batı Kapısı’na gelmeye başladı.
Yurttaş Bibot, güvendiği Onbaşı’ya dönüp “Yazık! Yurttaş Grospierre bir aptaldı! Geçen hafta Kuzey Kapısı’nda ben olacaktım ki…” dedi.
Sonra, silah arkadaşının aptallığı karşısındaki hoşnutsuzluğunu göstermek için yere tükürdü.
“Olay nasıl olmuş, yurttaş?” diye sordu Onbaşı.
“Grospierre kapıdaymış, gözetimi sıkı tutuyormuş,” diye başladı Bibot gururla, bu sırada kalabalık onun etrafına toplanıp anlattıklarını hevesle dinlemeye başladı. “Hepimiz işgüzar İngiliz’i duymuşuzdur, şu uğursuz Scarlet Pimpernel’i. Benim kapımdan geçemeyecek, YEMİN OLSUN! Tabii şeytanın ta kendisi değilse. Neyse, Grospierre aptaldı. Fıçılarla dolu yük arabaları kapılardan geçiyormuş, yanında çocuk olan yaşlı bir adam da arabanın başındaymış. Grospierre biraz sarhoşmuş, yine de kendisini çok zeki sanıp fıçıların -en azından çoğunun- içine bakmış, boş olduklarını görüp arabanın geçmesine izin vermiş.”
Yurttaş Bibot’nun etrafında toplanmış kalabalığa büyük bir öfke ve nefret dalgası yayıldı.
“Yarım saat sonra,” diye devam etti Çavuş, “yanında bir düzine askerle birlikte nöbetçi yüzbaşı çıkagelmiş. Soluk soluğa ‘Buradan bir araba geçti mi?’ diye sormuş Grospierre’e. ‘Evet, yarım saat olmadı,’ demiş Grospierre. ‘Kaçmasına izin mi verdin?’ diye haykırmış yüzbaşı büyük bir öfkeyle. ‘Yurttaş çavuş, bunun için giyotine gönderileceksin. O arabanın içinde eski Chalias Dükü ve tüm ailesi vardı!’ Bunu duyan Grospierre dehşet içinde ‘Ne!’ diye haykırmış. ‘Aynen öyle! Arabanın başındaki ise o aşağılık İngiliz, Scarlet Pimpernel’den başkası değildi.’”
Hikâye, büyük bir nefret uğultusuyla karşılandı. Yurttaş Grospierre, kendisini giyotine götürecek hatayı yapmıştı, ne ahmak bir adamdı! Ah, bu nasıl bir ahmaklıktı!
Bibot, bu olayı anlatırken o kadar çok gülüyordu ki devam etmesi için ara sıra durması gerekiyordu.
Bir süre sonra hikâyesine devam etti: “‘Hemen yola koyulun, ödülü unutmayın, çabuk olun fazla uzağa gitmiş olamazlar!’ diye bağırmış yüzbaşı. Bunu der demez bir düzine askeriyle birlikte kapıdan koştura koştura çıkmış.”
“Ancak çok geç kaldılar!” diye haykırdı kalabalık, büyük bir heyecanla.
“Onları asla yakalayamadılar!”
“Grospierre’in aptallığına lanet olsun!”
“Giyotine gönderilmeyi hak etmiş!”
“O fıçıları doğru düzgün inceleseymiş!”
Bu çıkışmalar, Yurttaş Bibot’yu büyük ölçüde neşelendirdi, çenesi ağrıyana ve yanaklarından yaşlar süzülene kadar güldü.
“Yok, yok!” dedi en sonunda. “O aristokratlar arabanın içine gizlenmemişler, sürücü de Scarlet Pimpernel falan değilmiş!”
“Nasıl?”
“Evet! O alçak İngiliz, nöbetçi yüzbaşı kılığına girmiş, aristokratlar da yanındaki askerleriymiş!”
Bunun üzerine kalabalık hiçbir şey söyleyemedi; hikâye doğaüstü bir havaya sahipti. Gerçekten de o İngiliz, şeytanın ta kendisi olmalıydı.
Güneş batıda yavaş yavaş alçalıyordu. Bibot, kapıları kapatmak için hazırlandı.
“Arabalar öne çıksın,” diye bağırdı.
Üstü örtülü bir düzine araba, ertesi günkü pazara mal almak amacıyla şehri terk etmek ve yakındaki kasabaya gitmek için sıraya girdi. Bibot, arabaların birçoğuna aşinaydı, zira şehre gelip giderken her gün iki kez onun kapısından geçiyorlardı. Genellikle kadın olan sürücülerin bir iki tanesiyle konuşurdu, arabaların içinde ne olduğunu incelemek büyük bir zahmetti.
“Hiç belli olmaz. Ahmak Grospierre gibi tongaya düşmeyeceğim,” derdi.
Arabaların başındaki kadınlar, genelde günlerini giyotin platformunun kurulu olduğu Grève Meydanı’nda, korku hükümdarlığının günlük kurbanlarını getiren kağnıları izleyip örgü örerek ve dedikodu yaparak geçirirlerdi. Madam Giyotin’i ziyaret eden aristokratları izlemek büyük keyif veriyordu, platformun yakınındaki yerler ise çok rağbet görüyordu. Gün içinde Bibot da orada görev yapıyordu ve eski yüzlerin birçoğuna aşinaydı. Giyotinin bıçağı kafaları uçururken orada oturup örgü ören kadınlara tricotteuses2 adı veriliyordu, hatta çoğu zaman o lanetli aristokratların kanı bu kadınların üstüne sıçrıyordu.
“Hey! La mère!3” diye seslendi Bibot, o korkunç yaşlı kadınlardan birine, “O elindeki ne?”
Kadını günün erken saatlerinde görmüştü, o sıralarda örgü örüyordu ve arabasının kırbacını da yakınında tutuyordu. Şimdiyse kırbacın tutacağına altından gümüşe, açıktan koyuya pek çok renkte bir dizi saç buklesi eklemişti. Bibot’ya gülümserken büyük kemikli parmaklarını buklelerde gezdirdi.
“Madam Giyotin’in âşığıyla arkadaş oldum,” dedi kahkaha atarak. “Bu bukleleri yuvarlanan kafalardan benim için kesti. Yarın daha fazlasını keseceğine söz verdi, ancak her zamanki yerimde olur muyum bilmiyorum.”
“Ya! Neden anacım?” diye sordu Bibot. Her ne kadar sert bir asker olsa da kırbacında korkunç süslemeler taşıyan bu kadının çok çirkin dış görünüşü onu ürpertmişti.
“Torunumda çiçek hastalığı var,” dedi başparmağıyla yük arabasının içini işaret edip. “Bazıları veba olduğunu söylüyor! Eğer öyleyse, yarın Paris’e gelmeme izin verilmeyecek.” Çiçek hastalığı sözünü duyduğunda Bibot hızla geri adım attı, eski ve korkunç veba kelimesini duyduğunda ise tüm hızıyla geri çekildi.
“Kahrol!” diye homurdandı Bibot, bu sırada kalabalık da büyük bir hızla arabadan uzaklaştı ve arabayı bütün o yerin ortasında yalnız başına bıraktılar.
Yaşlı kadın güldü.
“Asıl sen, bu kadar korkak olduğun için, kahrol yurttaş,” dedi. “Peh! Hastalıktan korkuyorsun, bir de erkek olacaksın.”
“EYVAH! Veba!”
Herkesin korkudan dili tutulmuştu. Bu vahşi gaddar yaratıklarda hâlâ dehşet ve tiksinti uyandırma gücüne sahip tek şey olan o dehşet verici hastalığın korkusuyla dolmuşlardı.
“Vebalı torununu da al ve hemen buradan uzaklaş!” diye