Sabri Kaliç

100 büyük romancı


Скачать книгу

yanı sıra sekiz dokuz yaşlarında yakalandığı bir kemik hastalığı dolayısıyla 17 yaşına kadar bu hastalığın fiziksel ve ruhsal bunalımlarını yaşamıştır. Doktorlar kolunun kesilmesinde karar kılmış, fakat Safa bunu kabul etmemiştir. Daha sonraları bu günlerdeki tecrübelerini “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı romanında okurlarıyla paylaşır. Hastalık ve savaşın yol açtığı maddi sıkıntılar dolayısıyla öğrenimini sürdürememiş, on üç yaşında hayatını kazanmak ve annesine bakmak için Vefa Lisesi’ndeki öğrenimini yarıda bırakmıştır. Karton Matbaası’nda bir süre çalışan Peyami Safa, Posta – Telgraf Nezareti’ne girmiş, I. Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar orada çalışmıştır (1914). Daha sonra Boğaziçi’ndeki Rehber-i İttihat Mektebi’nde öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Dört yıl çalıştığı bu okulda hem öğretmiş hem de kendi çabasıyla Fransızcasını ilerletmiştir. Buradaki izlenim ve deneyimlerini Biz İnsanlar adlı eserinde aktarmıştır. 1918 yılında ağabeyi İlhami Safa’nın isteği üzerine öğretmenlikten ayrılmış ve birlikte çıkardıkları 20. Asır adlı akşam gazetesinde Asrın Hikayeleri başlığı altında yazdığı öykülerle gazetecilik yaşamına başlamıştır. İmzasız olarak yazdığı bu hikayelerin tutulması üzerine Server Bedi takma adını kullanmaya başlayan Peyami Safa, daha sonra 1921’de Son Telgraf gazetesinde yazmış, oradan da Tasvir-i Efkâr’a geçmiştir. Daha sonra Cumhuriyet gazetesine geçmiş, 1940 yılına kadar bu gazetede fıkra ve makalelerinin yanı sıra roman da tefrika etmiştir.

      Peyami Safa, eklem hastası genç bir delikanlının psikolojisini anlattığı otobiyografik romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1931) ile büyük bir başarı kazanmıştır. Bu roman hariç, 1922-1939 yılları arasında yazdığı Mahşer (1924), Şimşek (1928), Fatih-Harbiye (1931) ve Biz İnsanlar (1939) adlı romanlarında Doğu-Batı çatışmasını karakterlerde somutlaştırarak işlemiştir. Safa bu romanlarında; ruh hallerini çözümlemede, kurguda, dilinin kıvraklığında ve anlatım tekniklerindeki denemelerde başarılı bulunurken romanlarında düşünceyi fazla öne çıkarması nedeniyle eleştiriler almıştır. Romanlarında olaydan çok karakter tahliline önem veren Safa, toplumdaki ahlak çöküntüsünü, medeniyet değişiminin yol açtığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı da eserlerinde dile getirdi. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezatını ustaca işledi. II. Dünya Savaşı sırasında Nasyonal Sosyalistlere yakınlaşmasıyla dikkat çeken Safa’nın gerçekçi roman çizgisi Matmazel Noraliya’nın Koltuğu (1949) ile mistisizme yöneldi.

      İlk uzun hikayesi Gençliğimiz’i 1922 yılında yayımlayan Peyami Safa para kazanmak amacıyla yazdığı kitaplarında, ilk defa ağabeyi İlhami Safa’nın takma ad olarak kullandığı, annesi Server Bedia Hanım’ın adından uyarladığı Server Bedi takma adını kullanmış; bu adla yüzlerce eser vermiştir. Bunlar arasında en sevilenler Cingöz Recai macera romanları serisi ile Cumbadan Rumbaya adlı romanı olmuştur.

      Peyami Safa, yayımlandığı yıllarda hayli etkili olmuş Hafta, Kültür Haftası (1936, 21 sayı) ve Türk Düşüncesi (1953-1960, 63 sayı) dergilerini çıkarmıştır.

      Asıl ününü romancı olarak yapan Peyami Safa, bazı uzun öyküleri ile de dikkati çekmiş ve Batılı kaynakların bir “zalim” olarak tanıttıkları Hun hükümdarı Attila’yı aklamak amacıyla aynı adda bir de tarihsel roman yazmıştır.

      1960’lı yıllara kadar başta Milliyet olmak üzere birçok gazete ve dergide yazan Peyami Safa 27 Mayıs’tan sonra Son Havadis gazetesinde yazmaya başlamıştır (1961). Aynı yıl Erzurum’da yedek subaylığını yapmakta olan oğlu Merve’nin ölümü üzerine büyük bir sarsıntı geçiren Peyami Safa, 15 Haziran 1961 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir.

      Romanları: Gençliğimiz (1922), Şimşek (1923), Sözde Kızlar (1923), Mahşer (1924), Bir Akşamdı (1924), Süngülerin Gölgesinde (1924), Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925), Canan (1925), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930), Fatih-Harbiye (1931), Attila (1931), Bir Tereddüdün Romanı (1933), Matmazel Noraliya’nın Koltuğu (1949), Yalnızız (1951), Biz İnsanlar (1959)

      10

      Ahmet Hamdi TANPINAR

      (1901 – 1962)

      Edebiyat tarihimizde “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında” dizeleriyle ölümsüzleşmiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar sayıca az, ama içeriği zengin romanlarıyla ülkemizdeki Doğu-Batı ikilemi hakkında en derin gözlemlerle, en çarpıcı saptamaları yapmış yazarlardan biridir.

      Türk edebiyatının en güçlü şair ve yazarlarından biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901’de İstanbul’da doğdu. Kadı Hüseyin Fikri Efendi’nin oğludur. 1923 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Erzurum, Konya ve Ankara’daki liselerde ve yüksek okullarda verdiği çeşitli derslerin yanı sıra, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde edebiyat hocalığı yaptı. 1933’ten sonra İstanbul’da Kadıköy Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat tarihi ve estetik dersleri verdi. 1939 yılında İstanbul Üniversitesi’nde Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne atandı. 1942-1946 yılları arasında CHP Maraş Milletvekili olarak görev yaptı. Bir süre Milli Eğitim müfettişliği de yapan Tanpınar, 1949 yılında Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki görevine döndü. Gençlik yıllarında Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in talebesi ve dostu oldu, Batı edebiyatından Paul Valéry ile Marcel Proust’u kendisine üstad olarak seçti. Bu yazarlar edebiyatta güzellik ve mükemmelliği ön plana çıkarmıştı. Onlara göre edebiyat, tıpkı resim ve müzik gibi “güzel sanat”tı; tek farkı boya ve ses yerine, insanı ve hayatı anlatmada bu iki araçtan çok daha zengin olan dili kullanmasıydı.

      Adını ilk kez Altın Kitap dergisinde yayınlanan Musul Akşamları şiiriyle duyurdu. Dergah, Milli Mecmua, Hayat, Görüş, Ülkü, Varlık, Oluş, Kültür Haftası ve Aile dergilerinde şiirleri yayımlandı. Hece ölçüsüyle yazdığı bu ilk şiirler imge zenginliklikleri ve müzikal nitelikleriyle dikkat çekti. Edebiyat Fakültesi’nde öğrencisi olduğu Yahya Kemal Beyatlı’dan çok etkilendi. Ama ilk eserlerinde Yahya Kemal’den çok Ahmet Haşim’in izleri görülür. Haşim gibi o da küçük yaşta kaybettiği annesinin yokluğundan duyduğu acıyı ve kendisini avutacak bir sevginin özlemini dile getirdi. İçe dönük bir bakışla doğa ile iletişim kurmaya çalıştı. Şiirinin bir başka yönü Bergson felsefesine dayanan zaman kavramıydı. Onun eserlerinde zaman, basit bir süreklilik değil, çok katlı ve karmaşık bir akıştır. Ne İçindeyim Zamanın, Bursa’da Zaman şiirleri bu olgunun örnekleridir. Hayatının sonuna yakın çıkardığı tek şiir kitabında altmış kadar şiirinden yalnızca otuz yedisine yer verdi (Şiirler 1961; Bütün Şiirleri adıyla genişletilmiş olarak, 1976). İlk romanı Mahur Beste 1944’te Ülkü dergisinde yayınlandı. Osmanlı Devleti’nin son döneminde seçkin bir çevrenin yaşayışını sergileyen bu romanın ardından, kendi yaşamından da izler taşıyan Huzur 1949’da basıldı. Huzur hem bir aşk hem de Tanpınar’ın İstanbul’a olan derin sevgisinin romanıdır. Estetik anlayışını, kültür birikimini ve geçmiş kültürlere dayanan yaşam felsefesini yansıttığı bu kitabı, Tanpınar’ın en yetkin romanı sayılır. Romanda Mümtaz ile Nuran’ın aşkı çerçevesinde Doğu ile Batı, eski ile yeni, geçmişin değerleriyle var olan değerler, aşk ile toplumsal sorumluluk arasındaki çatışmayı ve bu çatışmanın doğurduğu bireysel bunalımları irdeledi. 1950’de Yeni İstanbul