İskender Fahrettin Sertelli

Abdülhamit ve afrodit


Скачать книгу

on>

      “Melahat, kızım! Hâlâ hazırlanmadın mı?”

      “Aman baba… Ne kadar acele ediyorsun! Ne yapacağımı şaşırıyorum.”

      “Yavrum, ben acele etmiyorum, fakat saraydan gelen haremağası arabada sabırsızlanıyor.”

      “İşte, geliyorum. Beş dakika daha sabretsin.”

      Bu konuşma, mabeyin kâtiplerinden Cevdet Bey ile kızı Melahat Hanım arasında geçiyordu.

      Melahat’i bir gün evvelki cuma selamlığında Sultan Hamit görüp beğenmiş ve Cevdet Bey’i yanına çağırarak, “Ne sevimli kızın var!” diye iltifat etmişti.

      Cevdet Bey, Padişah’ın en sadık kölelerinden biriydi. Hünkâr’ın gözüne girebilmek için hiçbir fedakârlığı yapmaktan çekinmezdi.

      O sabah yatağından henüz kalkmıştı. Beşiktaş’taki evinin kapısı önünde bir saray arabasının durduğunu görünce hizmetçilerden önce kapıya koşmuştu.

      Arabadan, Padişah’ın yardımcılarından Cafer Ağa inmiş, Cevdet Bey’le selamlaştıktan sonra ona Abdülhamit’in iradesini şu şekilde bildirmişti:

      “Beyim! Efendimiz dün selamlık töreninde çok hoşuna giden kızınız hanımefendiyi biraz görmek istiyorlar. Kendilerini alıp götürmeye geldim.”

      Cevdet Bey, Padişah’ın bu iltifatından fevkalade memnun olarak derhal yukarıya fırlamış ve uykudaki kızını yatağından kaldırmıştı.

      Melahat, Cevdet Bey’in öz kızı olmamakla beraber ona karşı büyük bir saygı duyuyordu.

      Padişahın huzuruna çıkmak… Bu, istibdat devrinde bir saadet, gelecek ve servet meselesi demekti. Genç kız, Hünkâr’ı görmek arzusuyla derhal süslenmeye başlamıştı.

      Cevdet Bey tekrar seslendi.

      “Melahat, hazır mısın?”

      Genç kız, kendisine pek yakışan ince peçesini düzeltip odasından çıktı.

      “Hazırım baba.”

      Cevdet Bey, öz kızı gibi büyüttüğü ve sevdiği Melahat’i odasının önünde bekliyordu. İkisi birlikte aşağıya indiler ve sokak kapısında, hiddetinden gözleri dışarı fırlamış Cafer Ağa ile karşılaştılar.

      Haremağası geç kaldığından şikâyet ederek, “Çok korkuyorum,” dedi. “Efendimiz çabuk gelmemizi irade buyurmuştu.”

      Melahat arabaya biniyordu.

      Cevdet Bey birden kızının yanına sokuldu ve kulağına şu kelimeleri söyledi:

      “Yavrum, sakın boş bulunup da Efendimize eski ismini söyleme! Yoksa mahvolduğun gündür.”

      Araba, Beşiktaş Caddesi’nden hızla ilerlemeye başladı.

      ABDÜLHAMİT İLE BAŞ BAŞA!

      Melahat ufak bir koltuğa oturmuştu.

      Padişah’sa karyolanın kenarında ayakta duruyordu. Burası, Sultan Hamit’in Yıldız Sarayı’ndaki yatak odasıydı.

      Melahat, Padişah’ın sorularına şaşırmadan cevap veriyordu.

      “Kaç yaşındasın yavrum?”

      “On sekizime yeni bastım, Efendimiz!”

      “Seni şimdiye kadar babanın yanında hiç görmemiştim.”

      “Yatılı mektepteydim de.”

      “Hangi mektepte?”

      “Fransız mektebi.”

      “O halde güzel Fransızca bilmelisin!”

      “Oldukça bilirim, Efendimiz.”

      “Mektebi bitirdin mi?”

      “Evet Efendimiz, yeni bitirdim de babamın yanına geldim.”

      “O koltukta rahatsız oldun zannederim.”

      “Hayır Efendimiz, çok rahatım!”

      “Hele, hele… Şöyle yamacıma gel bakayım!”

      Sultan Hamit bu esnada karyolanın ayakucunda duran bir sedire oturmuştu. Melahat, Padişah’ın arzusu üzerine ufak koltuktan kalkarak onun yanına gitti.

      “Otur bakayım, otur! Korkma!”

      “Sizi rahatsız ederim diye korkuyorum, Efendimiz!

      “Beni mi? İnsan hiç meleklerle yan yana ve baş başa oturur da rahatsız olur mu? Hele şu çarşafını çıkar bakayım. Görüyorsun ki hava çok sıcak. Seni böyle kapalı gördükçe, senden çok ben terliyorum. Haydi bakayım, sıkılma!”

      Melahat, ilk defa huzurunda bulunduğu Padişah’tan utanmıştı. Ayağa kalktı, çarşafının pelerinini çıkardı ve başını çözerek masumane bir tavırla önüne baktı.

      Padişah bıyık altından güldü.

      “Sen hiç de Fransız mektebinde okumuş bir kıza benzemiyorsun. Ecnebi mekteplerinde okuyan kızlar biraz serbest olurlar. Otur bakayım yanıma.”

      Melahat tekrar Padişah’ın yanına oturdu.

      Abdülhamit genç kızları çok severdi. Kadınlarda en sevdiği ve aradığı şeylerden biri de uzun saçtı. Saraydaki Çerkez kızlarından birçoğunu da saçları uzun olduğu için beğenirdi. Bu yüzden, Melahat’in saçlarını kendi eliyle çözdü ve büyük bir ipek demeti halinde genç kızın belinden aşağıya dökülen bu uzun, kumral saçları okşamaya başladı.

      “Sen ne kadar sevimli bir kızmışsın, Melahat! Baban şimdiye kadar nasıl oldu da seni bana tanıtmadı?”

      Abdülhamit, genç kızı yanağından öptü ve sağ kolunu onun boynuna dolayarak, “Mademki mektepten yeni çıkmış, eğitimini yeni bitirmişsin, dışarıdaki gürültülü hayattan bir müddet uzaklaşarak dinlenmeyi şüphesiz arzu edersin! Seni artık buradan bırakmam,” dedi.

      BİRKAÇ GÜN SONRA…

      Melahat, saraydan eve dönmedi.

      Cevdet Bey bu neticeden çok memnundu. Kendisi de Padişah tarafından gerek maddi, gerek manevi ödüllendirilmişti. Ayrıca her gün sarayda kızı ile buluşup konuşabiliyordu.

      Melahat, saraya girdiğinin dördüncü gününde babasına hayatından çok memnun olduğunu söylemiş, sonra da şu sözleri ilave etmişti:

      “Baba, burası çok esrarengiz bir yer! Padişah’ın gözdelerinden birkaç tanesi var, benim için düşündükleri melanetleri kendi kafamın içinde imiş gibi hissediyorum! Hünkâr’ın beni çok sevdiğini gören bu kıskanç gözdelerin bir gün bana bir fenalık yapmalarından korkuyorum.”

      “Sana kimse bir şey yapamaz yavrum! Saray hayatının ne demek olduğunu yavaş yavaş anladıkça sen de dedikodulara alışır ve kulak vermez olursun. Sen yalnız Efendimizin ilgisini kaybedip de gözden düşmemeye çalış.”

      “Bugün Efendimiz bana, Seninle bu akşam yemeğini gül bahçesindeki kameriyenin altında yiyeceğiz. Güneş batarken seni orada bulayım, dedi.”

      “Çok güzel, yavrum! Böyle bir iltifata mazhar olmak senin için ne büyük bir saadettir! Hiç korkma, arkanda ben varım. Seni her zaman takip eder ve her türlü fenalıklardan korumaya çalışırım.”

      “Bana şu gül bahçesindeki kameriyeyi gösterir misiniz?”

      “Hakkın var, orasını sen kendi kendine katiyen bulamazsın. Benimle gel, büyük havuzun sol tarafındaki çamların arasından geçip gül bahçesine gidelim. Bizi kimse görmesin. Akşamüstü oraya giderken de şimdi göstereceğim yolu takip edersin, kimse şüphelenmez.”

      Melahat, Cevdet Bey’in elini sıkarak, “Babacığım,” dedi, “Hünkâr’la benim kameriye altında yemek yediğimizi görürlerse ne olur?”

      “Hiç, ne olacak! Seni kıskanır ve sinirlendirmek için bir sürü lüzumsuz dedikodu çıkarırlar.”

      “Bu dedikodular Hünkâr ’ın kulağına da gitmez mi?”

      “O böyle şeylere metelik vermez; bilakis hoşuna gider.”

      “Bu