İskender Fahrettin Sertelli

Abdülhamit ve afrodit


Скачать книгу

her zaman ve her şeyden korktuğu için kimseye tam anlamıyla güvenemez ve kimseyi candan sevemezdi.

      Melahat saraya yeni girdiği için saray entrikalarını henüz öğrenememişti. Padişah bu düşünceyle Melahat’e daha fazla iltifat ediyor ve onun zekâsından faydalanmak imkânını arıyordu.

      “Melahat!” dedi. “Kaç günden beri sarayda dikkat çekici hiçbir şey işitmedin mi?”

      “Hayır, bir şey işitmedim.”

      “Saraylılarla konuşmuyor musun?”

      “Konuşuyorum, Efendimiz! Fakat onlar bana karşılar.”

      “Sana karşılar mı?”

      “Çok soğuk duruyorlar. İmkân bulsalar gözlerimi oyacaklar âdeta.”

      Padişah, Melahat’in hal ve tavrından o kadar hoşlanıyordu ki, en ufak bir sebepten dolayı rahatsız olmasını istemiyordu. Melahat’i dizinin yanına oturtarak bir çocuk gibi okşamaya başlamıştı.

      “Senin o güzel gözlerine yan bakanın canını derhal cehenneme gönderirim. Yavrum, söyle bana, seni cidden rahatsız edenler var mı?”

      “Kadınlar arasında bazı kıskançlıklar olur, Efendimiz.”

      “Yalnız kıskançlık mı?”

      “Evet.”

      “Onun önemi yok. Başka bir şey varsa söyle. Korkma!”

      “Hayır, bir şey yok, dünya cennetinde yaşayan mesut ve bahtiyar bir cariyenizim!”

      Abdülhamit, kolunu genç kızın boynuna doladı.

      “Benimle konuşurken daima önüne bakıyorsun. Bunu sana tembih mi ettiler, yoksa hakikaten utanıyor musun?”

      Melahat utanarak güldü.

      Padişah, genç kızı kollarının arasında sıkıştırıp öperken, aynı zamanda da onun zekâsından ve yeniliğinden faydalanmanın şekillerini düşünüyordu. Melahat’e bu işleri kısmen anlatacak olursa, acaba Melahat bu sırrı gizli tutabilecek miydi? Herhalde Melahat’in tahsil ve zekâsı, bu gibi işleri başarabilmesi için yeterliydi.

      Padişah konuyu açtı.

      “Melahat!” dedi. “Sarayımda bana fenalık yapmayı düşünen bazı kadınlar varmış. Bunları gizlice öğrenip bana haber verebilir misin?”

      Padişah’ın teklifinden cesaret alan Melahat, sarayda duydukları hakkında Hünkâr’ı aydınlatmak istemişti. Genç kız düşünüyordu.

      Padişah tekrar etti.

      “Yavrum, bana fenalık yapmak isteyen kimseler hakkında duyduğun bir şey varsa, bana söylemekte tereddüt etme. Seni ödüllendiririm.”

      “Duyduğum bir şey yok. Fakat mademki bu hususta meşgul olmamı emrediyorsunuz, herhalde Efendimize bir iki güne kadar önemli haberler vereceğimi zannediyorum.”

      Padişah, Melahat’in bu sözlerinden şüphelendi.

      “Sen herhalde bir şeyler biliyorsun, Melahat!”

      “Bildiğim bir şeyi Efendimizden gizlemeyi kendim için bir hıyanet addederim.”

      “Aferin! İşte şimdi biraz daha gözüme girdin. Seni çok sevdiğimden midir bilmem, her sözün hoşuma gidiyor. Sarayda bana dair ne işitirsen hemen haber vermeli, hatta bir dakika bile gecikmemelisin!”

      “Geldiğim günden beri cariyenizi çok kıskanıyorlar. Henüz hiç kimse ile samimi olmadım. Kimin ne düşündüğünü ve ne yaptığını bilmiyorum. Ancak bazı kızların hal tavrını bugünlerde pek şüpheli bulduğum için onları emriniz üzerine takip edeceğim.”

      “Çok âlâ. Yalnız şu şüphelerin hakkında bana biraz bilgi ver bakayım!”

      “Hemen hemen istisnasız denecek derecede, bütün kadınefendiler ve kızlar geldiğim günden beri cariyenize dehşetli düşman oldular.”

      “Bu bir kıskançlıktan ibarettir. Sen bunlara kulak asma ve hemen bana işittiklerini haber ver. Yalnız dikkat et ki kimse bir şey hissetmesin, anladın mı?”

      Abdülhamit, birden aklına bir şey gelmiş gibi yerinden kalkarak yazı masasının önüne gitti ve masa üzerinde duran demir bir gülleyi Melahat’a gösterdi.

      “Sana böyle bir bomba verseler atabilir misin?”

      Melahat, Padişah’ın bu soruyu neden sorduğunu anlayamamıştı. Hünkâr’ın gözüne daha fazla girebilmek için olumlu bir cevap verdi.

      “Zannederim ki atabilirim!”

      Abdülhamit birdenbire gözlerini açarak sordu:

      “Senin gibi ince, zarif bir kız böyle bir bombayı nasıl eline alabilir?”

      Melahat, Padişah’ın huzurunda onun vesvesesini artıracak büyük bir pot kırdığını anlayarak masumane bir tavırla ilave etti:

      “Efendimiz irade buyurursanız hayır, atamam, diye itiraz etmek haddim midir? Sonunda şahsım için bir ölüm tehlikesi de olsa, Efendimizin uğrunda ölmeyi büyük bir şeref addederim.”

      “İşte bu cevap da hoşuma gitti. Gittikçe gözüme giriyorsun, Melahat! Gel bakayım, şöyle yanıma otur! Bak yanakların ne kadar kızarmış. Hâlâ o ilk günkü sıkılganlığın üzerinde! Ne oluyorsun? Sana kaç defa söyledim. Serbest ol! Sen cahil bir kız değilsin. Söylediğin şu düzgün sözleri mabeyinci efendiler işitseler, seni belki onlar da kıskanırlardı.”

      Padişah, genç kızın pembe yanaklarını okşarken, birdenbire Cafer Ağa telâşla huzura girdi ve yerlere kadar eğilerek Hünkâr’a özürlerini ilettikten sonra, “Kölenizi mazur görünüz, Sultanım,” dedi. “Bugün sarayda yemek yiyenlerden birçokları zehirlendikleri halde bu esrarengiz hadiseyi Efendimizden saklıyorlar!”

      Haremağası’nın verdiği bu haber üzerine Padişah o andan itibaren yemek yememeye başladı.

      Gerçekten o gün sarayda yemek yiyenlerden birkaçı zehirlenmişti. Fakat mesele ne Haremağası’nın gösterdiği kadar önemli, ne de Padişah’ın kuruntu ettiği kadar tehlikeliydi. Kalaysız bakır bir kazanda üzüm hoşafı pişirmişlerdi. Yapılan muayene neticesinde yemeklerde zehir namına bir şey görülmediği saray hekimleri tarafından tespit edilmişti.

      Muayene sırası üzüm hoşafına gelince, kazanın kalaysız olduğu anlaşılmış ve zehirlenenlerin fazla hoşaf içtikleri ortaya çıkmıştı.

      Meseleyi, İkinci Kâtip İzzet Paşa ile Başmabeyinci birlik olup Abdülhamit’e arz etmişlerdi. Padişah, hayatını ilgilendiren meselelerde pek titiz ve şiddetli davranırdı. Bu güvencelere de inanmamıştı. Akşamları gözünün önünde kaynamış çayla kuru gevrek ve kutular içinde getirilmiş tereyağı yiyordu artık.

      Abdülhamit, ruhunu daimi bir ıstırap içinde bırakan bu tehlikeli vaziyete son vermek istiyordu. Hünkâr’ın, sebeplerini ve faillerini keşfedemediği bu gibi hadiselerde fikrinden ve ilminden yararlandığı bir adamı vardı: Ebülhüda!

      Padişah, Şeyh Ebülhüda’nın kerametine inanmıştı. Onun bütün dediklerine inanırdı.

      Ebülhüda, evvelce Şam’da devecilik eden cahil bir Arap iken nasıl olduysa İstanbul’a gelerek Padişah’a rastlamış ve gün geçtikçe Abdülhamit’in güven ve ilgisini kazanarak sarayın en nüfuzlu şahsiyetlerinden biri olmuştu.

      Padişah, gece alaturka saat iki raddelerinde bu keramet sahibini huzuruna çağırmıştı.

      O günlerde saray dahili ve haricinde meydana gelen siyasi ve hususi bütün hadiseleri adamları vasıtasıyla takip ettirip araştıran bu Arap sihirbazı, Padişah’a karşı daima hazırlıklı