İskender Fahrettin Sertelli

Abdülhamit ve afrodit


Скачать книгу

koltuğa oturttu. Kendisine bu geç vakitte niçin huzura çağrıldığını anlatmak istemişti. Ebülhüda göz kapaklarını kaldırdı ve korkunç nazarlarını Hünkâr’a dikerek, “Cinler şimdi hepsini bana söyleyecekler. Boşuna yorulmayınız, Sultanım!” dedi.

      “Allah, Allah, Allah…” diye otuz üç tespih daha çektikten sonra şu kerameti yumurtladı:

      “Cinler şimdi gözümün önüne geldiler. İşte genç bir kız… Mutfakta kimseler yokken kazana gizlice bir şey atıp kaçtı. O ne? Zehir mi? Vay hain! İsmi ne onun? Nazikter mi? Estağfurullah. Estağfurullah. Bu ne müthiş manzara! Ya huddam, sorunuz o kötü kıza, İslam halifesine bu suikasttan maksadı nedir?”

      Padişah, kendisine en sadık zannettiği gözdelerinden Nazikter’in bu ihaneti karşısında dişlerini gıcırdatarak hiddetle yerinden kalktı.

      “O lanet olasıcayı şimdi buraya çağırınız!” diye bağırdı.

      Ebülhüda, Padişah’ın gösterdiği şiddet ve hiddete ehemmiyet vermemiş gibi görünerek kerametlerini yumurtlamaya devam etti.

      “Velinimetimize nankörlük eden bu kızın arkasında bir kalabalık görüyorum. İşte, Nazikter yine gözümün önüne geldi. Evet, bana hizmette kusur etmeyen cinler haber veriyor ki, bu kız düşmanlar tarafından tamamıyla elde edilmiştir. İşte, işte kafasını ve kalbinin içini okuyorum. Bu kötü kız kesinlikle fenalık yapmaya karar vermiş.”

      Abdülhamit hiddetinden titriyordu.

      “Şeyh Efendi, şu hınzırın arkasındaki kalabalığı da keşfedin,” diye seslendi.

      Ebülhüda tespihini çekti ve bir müddet okuduktan sonra tekrar keramet savurmaya başladı.

      “Karanlık, mahzen gibi bir yer. On, on bir, on iki… Evet, tam on iki kişi. Birçoğu genç. Galiba hepsi de okullu. İki kollarında omuzlarına kadar süslü şeritler var. İşte birisi bağırıyor: Hürriyet isteriz, hürriyet!

      Abdülhamit çok saygı duyduğu Ebülhüda’nın ağzını kapadı ve “Sus! Artık yeter!” dedi.

      Ebülhüda susmuştu. Padişah, avının üzerine saldıran bir kaplan saldırganlığıyla, yanlarında bulunan Cafer Ağa’nın üzerine atıldı.

      “Hınzır fellah!” dedi, “Bana her zaman bu kaltağın sadakatinden bahseden sen değil misin? Söyle bana, sarayda, içimizde bu kadar fırıldaklar dönüyor da benim neden haberim olmuyor? Alçak köpekler, uyuyor musunuz?”

      Zavallı Arap’ın hiçbir şeyden haberi yoktu, bir şeyden haberdar olsa bile, “Ebülhüda hazretlerinin bütün söyledikleri uydurmadır!” diyebilir miydi? Cafer Ağa, Padişah’ın bu sihirbaz herife karşı gösterdiği inanç ve saygının derecesini biliyor ve görüyordu.

      Padişah fena halde köpürmüştü.

      “Bu kolu şeritli hayaletler kesin Tıbbiye öğrencileri olacak. Nankörler! Bunların kim olduklarını şimdi öğrenmek isterim.”

      Ebülhüda o sırada izin isteyerek huzurdan çıkmıştı.

      Cafer Ağa yere yuvarlanmıştı. Oda kapısının önünde bir yengeç gibi iki büklüm olmuş ve simsiyah yüzü korkudan morarmıştı.

      Ebülhüda uzaklaşınca Haremağası eski bir hadiseyi hatırlayarak cesaret buldu ve Hünkâr’a yalvarmaya başladı.

      “Ebülhüda hazretleri yalan söylüyor, Sultanım! Bir defa da kulunuzu dinleyiniz.”

      “Sus, melun! Öyle bir keramet sahibine suç atmak ha?”

      Padişah, yerden henüz kalkmayan musahibine bir tekme vurarak, “Kalk, melun!” dedi, “Bütün alçaklık ve ihanetleri meydana çıkarıp kafalarınızı koparacağım.”

      Cafer Ağa yerden kalktı. Elleri ve vücudu korkudan tir tir titriyordu.

      Abdülhamit, Haremağası’nı çenesinden tuttu.

      “Söyle bakayım, Nazikter ’in böyle bir fenalığa âlet olmasına nasıl meydan verdin?”

      “Şey… Efendimiz…”

      “Çabuk söyle diyorum, şimdi o habis ruhunu cehenneme göndereceğim!”

      Cafer Ağa için bildiğini itiraftan başka kurtuluş yolu yoktu. Metanetini toplayarak cevap verdi:

      “Ebülhüda hazretleri, Efendimize yalan söylemişlerdir. Çünkü Nazikter cariyeniz kendisine yüz vermiyor.”

      Padişah, Cafer Ağa’nın sözlerine inanırdı. Ebülhüda’nın genç kızlara olan düşkünlüğünü de biliyordu. Fakat Nazikter, Hünkâr’ın çok sevdiği kızlardan biriydi; onu kendi eliyle belki Ebülhüda’ya verebilirdi, lakin kendisinden gizli olarak böyle bir gözdesine Ebülhüda’nın göz koyması Padişah’ın hiddetini yeniden artırmıştı.

      “Çabuk bana Nazikter ’i getir!” dedi.

      Cafer Ağa kapıdan çıkarken Padişah’ın aklına bir şey geldi. Cafer Ağa’yı göndermedi. Haremağası’nın genç kıza yolda talimat vermesi ihtimalini düşünmüştü.

      Hünkâr elini vurdu, oda kapısının dışında duran bir başka haremağası içeriye girdi. Abdülhamit onun vasıtasıyla Nazikter’i huzuruna getirtti.

      Padişah’ın bu güzel Çerkez kızına ilk sorusu şu oldu:

      “Kız, doğru söylemezsen kafanı koparacağım. Ebülhüda ile aranızda bir şey var mı?”

      Cafer Ağa’nın cam gibi parlayan gözlerinin akı büyümüştü. Genç kıza anlamlı bir bakışla bakarak göz kapaklarını indirdi ve önüne baktı. Yavaşça başını da sallamıştı.

      Nazikter bu işaretin mânâsını anlamıştı; kendisini Ebülhüda’dan kıskandıracak bir şey olduğu kesindi.

      Çerkez kızı zaten ara sıra kendisine çam sakızı gibi yapışmakta olan Ebülhüda’nın elinden kurtulmak istiyordu.

      “Efendimize bir türlü fırsat bulup arz edemedim. Ebülhüda hazretleri cariyenizi daima taciz eder.”

      “Ya sen?”

      “Cariyenizim… Efendimizden başkasına görünmeme imkân var mıdır?”

      “Doğru söyle diyorum, benden gizli olarak onun tekkesine filan gittin mi?”

      “Mümkün mü, Sultanım?”

      Abdülhamit sakinleşmişti. Onun en ziyade endişe ettiği cihet, kendisine saray içinde bir suikast hazırlanmasıydı.

      Nazikter’in Ebülhüda hakkındaki sözleri, kurnaz Hünkâr’da yeni bir fikir ve kanaat uyandırmıştı. Kendi kendine, “O halde gizli teşkilatçılar Ebülhüda’yı elde etmişler. Bu yolla sarayda bir şaşırtma hareketi yaparak en sadık adamlarımı gözümden düşürmeye çalışıyorlar!” diye söylendi.

      Cafer Ağa, Nazikter’e Padişah’ın yanına sokulması için gözünün ucuyla işaret verdikten sonra yerlere kadar eğilerek, “Nazikter, Efendimiz için gece gündüz gözyaşı döküyor, Sultanım! Onun Zat-ı Şahanenize hıyanet etmesine ihtimal vermeniz hatırımızdan bile geçmez. Zehir meselesine gelince, bu sırf aşçıların dikkatsizliğinden ileri gelmiştir. Hoşaf kazanının kalaysız olması, birkaç kişinin hastalanmasına sebebiyet vermiştir. Bu her zaman ve her yerde olabilir, Padişahım! Mesele gayet basittir. Ortada dik-katsizlikten başka hiçbir şey yok. Nazikter cariyenizi affediniz merhametli Sultanım!” dedi.

      Nazikter, ince uzun endamıyla boynu bükük bir lale gibi Padişah’ın yanında durmuş, melül ve mahzun, efendisinin yüzüne bakıyordu.

      Abdülhamit, eliyle verdiği bir işaretle Cafer Ağa’ya dışarıya çıkmasını